’Soluk soluğa yaşamalı insan
Her sabah yeni bir şeyler görebilmeli
Ve cehenneme dönse de bir ömür
Mutlaka bir şeyler değişmeli her gün’’
diyordu Ahmet Telli Soluk Soluğa adlı şiirinde.
Büyük hayaller ve büyük hüsranlar iç içedir çoğu zaman. Benim hakikatimi arayış serüvenimde de, bu böyle oldu. Bazen cehenneme dönse de ömrüm, anlamaya çalışarak yaşamaktan başka çare yoktu. Gözlerim kapalı, içinde mutlulukla dönüp durduğum dünyamda yürümeyi biliyordum, oysa bilmediğim dünyalarda düşmemek için, gözlerimi açmak zorundaydım. Nereden bilirdim asıl düşüşümün gözlerimi açtığımda başlayacağını…
Küçük dünyamdan dışarı çıkarak, Bangladeş’te, Irak’ta, Afrika’da, Filistin’de, Afganistan’da ve pek çok coğrafyada aşina olmadığım hayatlarla sarsılmıştım. İnsanın yüceliği ve insanın sefaleti ile yüzleştim. Yaralandım, ve her defasında gözyaşlarımla iyileştirip sardım o yaraları. Acizliğimden bihaber, bir şeyler yapabilirim sandım. Gördüklerim karşısında kendimi zorlukla ayakta tutarken..
İşte bu duraklardan biriydi Pakistan. Para kazanabildiğim bir iş buldum, büyük bir restoranda müdür oldum. Getirebileceğim her türlü yeniliğe direnen 50 erkek çalışanla, bu muhafazakar coğrafyada kadın olmanın zorluğuyla beraber, hayatın başka bir cephesinden bakıyordum ona. Buralarda insanın değer görmesi sadece maddi koşullar ve statüye göreydi. Ama doğunun irfanı ‘’sahip olmayı küçümseyip ‘’olmayı’’ anlatan değil miydi ?!
Çalışanların gözünde, hayata dair hüsranların izlerini okuyordum. Değer görmek, bu insani arzu ancak zenginlerin hakkıydı. Müşterilerin tavırlarını, satın alınanın ‘’hizmet’’ değil de ‘’kişi’’ymişçesine yaklaşımlarını yönetebilmenin; çalışanlara herkesin rolünün farklı olduğunu, ama bunun kimsenin kimseden üstünlüğünü ifade etmediğini anlatabilmenin bir yolu olmalıydı. Çalıştığım yerde, ekibime, hep beraber kutlamak için herkesin doğum gününü aynı kağıda yazmasını istedim. Bir çalışanın kimliğini çıkartıp bakarak yazdığını görüp şaşırdım, neden olduğunu sorduğumda “Doğum günümü hiç kutlamadım , o yüzden hatırlamıyorum ” dedi. Sonra kimliğine bakan tek kişinin o olmadığını fark ettim. Çok güzel kutlamalar düzenlemeye başladık. Her gün iş sonrası İngilizce dersler yaptık. Birbirimize dertlerimizi anlattığımız, birbirimizi dinlediğimiz anlarımızın tadı eşsizdi. İlk günler konuşurken yüzüme bak/amayan çalışma arkadaşlarım, bana şakalar yapan, meseleleri hakkında tavsiyeler soran arkadaşlarım olmuş, bu sinerji işimizi de olumlu etkilemişti.
Ve özel çocuklar okulu.. İşten arta kalan zamanım; ayrı ayrı sınıflarda, farklı yaş gruplarında benim dünya tatlısı çocuklarımla geçiyordu. Zihinsel olarak geride kaldıkları söylense de, ben duygusal olarak ne kadar ileride olduklarını tecrübe ediyordum. Sevgi dolu kalpleri ve toplumun her türlü dayatmalarından bihaber halleriyle hesapsız bir ilişki nedirin en güzel öğreticileri oldular. Bazen boğazımı sıkarcasına sarılıyor, bazen çok konuşup, aşırı hareketli davranıyorlardı. Çünkü bize öğretilen ‘’ölçülü olma’’ hali onlarda yoktu. Hani şu ölçmekten, kaynağını hesaplamalardan alan ölçülülük hali.
Okula gelen çocukların aileleri yoksuldu. Devlet, ordu ve yardımlarla desteklenen bu okulun varlığı mutluluk vericiydi. Pakistan nüfusunun çoğunluğu akraba evliliği yapıyor, ve bunun muhtemel sonuçlarıyla da yüzleşiliyor. Ancak bu durum ‘’Allah’ın Takdiri’’ olarak kabullenildiğinden 1,2,3 tane engelli çocuğu olsa da, akraba olan çiftin çocuk yapmaya devam etmesi yaygın bir durum. Bunu, okulda aynı probleme sahip kardeşlerle karşılaştığımda, şahit olduğum ve dinlediğim olaylarda net olarak gördüm.
İlk günler ne yapacağımı bilmez bir haldeydim.. Ne jestlerim ne sözlerim onlar için bir şey ifade ediyordu. Aileler sabah yanıma bıraktıkları çocuklarını akşama doğru almaya geliyorlardı. Bir şeyler öğretmeye, konuşmaya çalıştım. Hiç tepki alamadım. Eğitimini almadığım bir alan olduğu için belki de yanlış davranıyorum diye düşündüm. Beraber yemek yedik, tuvalete gittik, oyunlar oynadık, hoplayıp zıpladık. Sevgi dolu bakışları, onlara duyduğum sevgiyi derin bir bağlılığa dönüştürüyordu. Çok geçmedi biz iletişim dilimizi bulmuştuk bile. Ben onlara bir şeyler öğreteceğim zannederken, onlar konuştukları sevginin dilini bana da öğrettiler. Bir gün 5 yaşındaki bir çocuğum, koşarken arkadaşına takılıp sert bir şekilde düşünce, ben de kendimi yere attım. Ağlayacakken olayı oyuna çevirdik. Hepsi kendini yere atıyor sonra kahkahalarla gülüyorlardı. Onlarla günlerimin akşamında fiziksel olarak yorgunluktan öldüğümü hissederken, bir yandan da ilk kez iliklerime dek yaşadığımı bu kadar derinlikli hissediyordum.
Sağlık sorunlarım yüzünden Türkiye’ye dönüş yapma kararı almıştım. Dönüşüme bir iki gün kalmıştı. Ağrılarım yüzünden kendimi bilmez bir haldeydim. Okulda, tuvaletin girişindeki çıkıntıya takılıp düştüm. Beni gören 5 yaş grubu çocuklarımdan bir kaçı kendini yere atıp bana baktı, sonra kahkahalarla gülmeye başladılar. Ah benim canlarım.. Yüzümdeki gülme, gözlerimden akan yaşlara karıştı. Ve bu an, hatırıma geldikçe beni gülümsetirken hala gözlerimde yaşlar bırakıyor.
Ben onlara düğme ilikleme, ayakkabı bağlama, kadın-erkek tuvaleti ayrımı gibi günlük basit ama ‘’önemli’’ şeyler öğretirken, onlar bana hayata dair yüce ve ‘’değerli’’ olanı öğrettiler.
Yağmur yağarken ıslanmamak için kaçan ben, yağmurun altında şükran ve mutlulukla ellerini açan ; hızla hareket edip hiçbir şeyde fazla zaman harcayamayan ben, yeni bir şey gördüğünde durup dakikalarca onu izleyen; duygularımı ifade ederken eksik/fazla söylerim diye korkan ben, hissettiği gibi davranan, mutlu olunca sıkıca boynuma sarılan, ağlayışı iç çekerek , gülüşü kahkahalarla çocuklarımla beraber hayata yepyeni bir bakış kazandım.
Döndüğümde şehrin gürültüsü içinde, sığındığım anılarımın baş kahramanları bu güzel çocuklarımın özlemiyle yandım. Sonra anladım, onların bana öğrettiklerinin aktarıcısı olayım diye karşıma çıktılar. Sen seyahat ediyorsun, bunları yanında başkalarına da taşı dediler belki de. İnsana değerini veren içtenliği, hakikiliği, sevgi dolu halleri, duyarlılığı.
İnsan değerli,o yüzden Şeyh Galip’in dediği gibi; yaratılmışların en şereflisi ve alemlerin özüyüz, (“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen , Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen “),kendimize iyi bakalım, lakin her şeye ve herkese iyi bakalım.