Nereye gidiyoruz? İyiye mi kötüye mi? Bir önceki yazımızda bu sorunun cevabını aramaya çalışmış, her şeyin ilimle, bilimle ve eğitimle olacağına duyulan inançla gelinen noktanın bu inancı destekler nitelikte olup olmadığını sorgulamaya çalışmıştık. Ayrıca modern bilimi tüm nosyonlarıyla ele almakla birlikte en çok “ilerlemeci” vasfına odaklanmış ve tüm bu vasıflarıyla modern bilimin insanlığı getirdiği noktanın “ilerlemişlik” açısından tatminkâr olup olmadığını bu konulara eğilen yazar ve düşünürlerin de fikirlerine yer vererek bu düşünceleri birer Kassandra Çığlığı gibi avaz avaz seslendirmeye çalışmıştık. Umarım bütün bu çağrılar Yunan mitolojisindeki zavallı Kassandra’nın çığlığı gibi sadece hakikatin habercisi olmakla kalmaz, insanların aldırış etmediği, kayıtsız kaldığı birer boş nida olarak boşlukta asılı durmaz. Ve yine umarım ki bu nasihatler güzel günlerin dibacesi, kurtuluş reçetesi olur, güzel bir dünyanın inşa edilmesine vesile olur.
BARBARLARI BEKLERKEN
Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?
Bugün barbarlar geliyormuş buraya.
Neden hiç kıpırtı yok senatoda?
Senatörler neden yasa yapmadan oturuyorlar?
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün.
Senatörler neden yasa yapsınlar?
Barbarlar geldi mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar.
Neden öyle erken kalkmış imparatorumuz,
şehrin en büyük kapısında neden kurulmuş tahtına,
başında tacı, törene hazır?
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,
onların başbuğunu karşılamaya çıkmış imparatorumuz.
Bir de koca ferman hazırlatmış
ona rütbeler, unvanlar bağışlayan.
İki konsülümüzle yargıçlarımız neden böyle
işlemeli, kırmızı kaftanlar giyinip gelmişler?
Neden böyle yakut bilezikler, parlak,
görkemli zümrüt yüzükler takınmışlar?
Ellerinde neden böyle altın,
gümüş kakmalı asalar var?
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,
onların gözlerini kamaştırırmış böyle takılar.
Ünlü konuşmacılarımız nerde peki,
neden herzamanki gibi söylev çekmiyorlar?
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,
onlar pek aldırmazlarmış güzel sözlere.
Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa?
(Nasıl da asıldı yüzü herkesin!)
Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar,
neden herkes dalgın dönüyor evine?
Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.
ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.
Çeviri:
Ulaştığı son nokta ile modern bilimsel anlayış ve modern zihniyet pek çok yazar ve düşünür tarafından tartışma konusu edilerek çok yönlü olarak değerlendirilmekte ve eleştirilmektedir. Yazılarımıza sıklıkla konu ettiğimiz modernist zihniyetin ve onu oluşturan şartları şekillendiren ve kullanan gücün kendi dışındakileri ya hiç görmediği ya da yerine göre düşman yerine göre ilkel, barbar ve kontrole muhtaç olarak yaftalayarak karşısına aldığı rahatlıkla görülebilmektedir. Modernist zihniyete mensup kişilerin hep bir düşmandan hareketle hedef kitlesini korkuttuğu ve kendi hâkimiyet alanını güçlendirmeye çalışageldiği herkesin malumudur. Varlığını distopik bir düşman kurgusu üzerine konuşlandıranların acıklı öyküsünü anlatır Kavafis’in yukarıdaki dizeleri. Ötekileştirmenin, kutuplaştırmanın ve husumetin altında yatan ironik dramın, sanal düşmandan nasıl reel bir kurtarıcı olarak medet umulduğunun resmidir bu dizeler. Ötekinin varlığıyla son derece korkutulan yüreklerin “öteki yok!” “düşman yok!” gerçekliğini anlayabilmesi gerçekten kolay ya da mümkün müdür?
Ayrıştırıcı bilgiye dayalı modern bilimsel anlayışın ötekileştirici unsurları haiz olduğu rahatlıkla görülmektedir. Nitekim İbrahim Kalın’ın Ben Öteki ve Ötesi adlı eserinde modern bilimin en önemli nosyonlarında biri olan bireyciliğe ve akılcılığa atıflarda bulunularak öne çıkarılan “ben” ve “bireycilik” ile kendini yücelten anlayışın kendine bir “öteki” icat etmesi onlar için vazgeçilmez bir zorululuk olmuştur. Avrupa, kolonyalizmi meşrulaştırma çabasıyla kendine bir “medenileştirme” misyonu peydahlamış kendi dışında kalan dünyaya da “medenileştirilmeye muhtaç bir öteki” gözüyle bakmıştır. Reform, Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile şekillenenen modernite Batı ve Batı dışı toplumlar için farklı anlam ve sonuçlar doğurmuştur. Modernite, Batı toplumları için geleneksel inanç ve kurumların terk edilmesi ve Avrupa merkezli bir küresel düzenin kurulması anlamına gelirken Batılı olmayan toplumlar içinse küresel sistemin dışına itilme, marjinalleştirilme, işgal ve sömürgeciliğe maruz kalma şeklinde tezahür etmiştir.
Modern Avrupa Bilimleri bütünlükçü nitelikten uzak bir yaklaşımla tabiat bilimlerini evrensel bilimin yerine ikame etmeye çalışarak indirgemeci, parçalı ve giderek araçsal ve faydacı bir bilim nosyonu hüviyetine sahip olmuştur. Bu haliyle modern düşünce tasavvuru Avrupa insanlığının en temel krizi olmuştur. Edmund Husserl’in ifadesiyle Avrupa krizinin kökleri yolundan sapmış bir akılcılıkta yatmaktadır; tarihin, bir zincirin halkaları gibi sanal bir ilerleme ve acı hayal kırıklıklarından başka bir şey olmadığı bir dünyada yaşamak mümkün değildir. Medenileştirme sloganıyla hareket eden Avrupalılar “öteki” toplumları sömürmenin ve asimile etmenin “Beyaz Adamın Yükü” olduğuna inanmış gözükseler de içlerinden bu yanlışa itiraz edenler de çıkmıştır. Mesela İngiliz sömürgeciliğine eleştiriler getiren şair ve yazar Wilfred Scawen Blunt beyaz adamın yükü tezine karşı çıkmıştır ve bu misyonun bir vazife değil para kazanmak için uydurulmuş bir terane olduğunu söylemiştir.
Modern zihniyetin “bireycilik” nosyonuyla öne çıkarıp yücelttiği “ben” anlayışına mukabil bir de “öteki” bulunması zorunlu hale gelmiştir. Greko-Roman kültürü ve Yahudi-Hristiyan geleneğine dayalı Batı medeniyetinin köklerinde “ben ve öteki” dualitesinin izlerini bulmak mümkündür. Antik Yunan’da Yunan olmayanların “barbar” kabul edilip doğal köle addedilmesi; Aristo’ya göre Asyalı olanların köle olmak için doğduğuna duyulan inanç bir anlamda öjenizm olarak da adlandırabileceğimiz bu süreç daha ilk çağda Eflatun’un fikirleriyle yeşertilmiştir diyebiliriz. Nitekim Eflatun’a göre devletin bekası için sağlıklı ve nitelikli bir nesil inşa etmek gibi güya güzel bir niyete binaen insanların özel hayatlarına ilk müdahale yapılmış, seçici kurulun belirleyeceği üzere kriterlere uymayan, sağlıksız olduğuna hükmedilen bebeklerin Taygetus dağına götürülerek öldürülmesine karar verilmiştir. Günümüze gelinceye değin buna benzer öjenik hareketler hep var olagelmiştir. Üstün ve ari bir ırk oluşturma uğruna Hitlerin binlerce masum insanı, öldürmesi, işkenceye tabi tutması, kısırlaştırması hep bu hareketin temelinde yatan ilkeden beslenmiştir ve işin tuhafı tüm bunları bilimsellik adı altında yaptıklarından emin olmalarıdır. Beyaz adamın bu yüke kendini inandırmış gözükmesi manidardır.
Batı dünyası egemenlik alanını her yere zorla kabul ettirmeyi, kendine ait yaşam ve düşünme biçimini yegâne yol olarak diğer insanlara dayatmayı, bunu da özgürlük, hak, hukuk, adalet ve medeniyet kisvesi altında yaparak gerçek niyetlerini gizlemeyi âdeta ilke edinmiştir. Hatta bu misyonu beyaz adamın yükü olarak süsleyerek hem kendini buna inandırmış hem de “ötekinin” itirazlarına kulaklarını kapamak için kendilerince sağlam bir bahaneye yapışmış gözükmektedir.
Dünya varolalı beri Habil ile Kabil’in mücadelesi sürmektedir. Habil’in yolundan gidebilmek için Kabil’in yolunun nice olduğunu bilmemiz gerekiyor. Dünya tarihini ve hâlihazırda dünyaya hâkim olan düşünce sisteminin nasıl oluştuğunu bilmemiz gerekiyor. Bu yolu öğrenme çabamızı bir takım yazar ve düşünürlerin eserleriyle devam ettiriyoruz.
Batı dünyasının içinden biri olarak Raimondo Luraghi Sömürgecilik Tarihi adlı eserinde Aydınlanma ile başlayan hareketin coğrafi keşiflerle nasıl şekillendiğini, Batı sömürgeciliğinin yeryüzünün en ücra köşelerine kadar nasıl ulaştığını ve ulaştığı her yeri nasıl talan edip kan gölüne çevirdiğini, istila ve zorbalıkla insanların -ötekilerin- yaşam haklarını ve varlıklarını nasıl gaspettiklerini anlatır. Şimdiki ve bir önceki yazımızda pek çok özelliği sayılan ve eleştirilen modernist anlayışın kurguladığı bir insan modeliyle tüm bu kötülüklerin nasıl yapılabildiğini kavramak zor olmasa gerektir.
“Beyaz adam geldiğinde bizim topraklarımız, onlarınsa İncil’i vardı. Bize gözlerimizi kapayıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elindeyse topraklarımız kalmıştı.” Kenya kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın sözleri sömürgecilik tarihinin özeti olacak şekilde tarihteki yerini almış, sömürgeciliğin konuşulduğu her yer ve zamanda sıklıkla atıfta bulunulan bir mottoya dönüşmüştür.
İnsanların içinde bulunduğu büyük sorunların iç yüzünü öğrenmeleri için bir başlangıç olmasını hedefleyerek yazdığı bu kitabıyla Luraghi; dünü, bugünü anlama ve yarını tasavvur etme yolunda bir meşale olarak insanlığa yol gösterici olmayı amaç edindiğini söylemektedir. Luraghi, Avrupa devletlerinin kendi dışındakileri yok sayarak kendi uygarlıklarını(!) yegâne uygarlık olarak düşünüp bu uygarlığı dünyanın en ıssız yerlerine kadar nasıl kanla ulaştırdığını anlatır. Tarihi olayları anlatırken kullandığı dil; bu yanlışların içinde bulunduğu dünyanın bir ferdi olarak kendini soyutlamadan objektif bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığı hak, hukuk arayışı; insanlık tarihinin geçirdiği bu meşum merhaleleri gözler önüne sererek bu kötü gidişatın önce fark edilmesi sonra da durdurulması için gösterdiği insani çabayla Luraghi bu eseriyle takdiri fazlasıyla hak ediyor.
Tarihi olguları, tarihi şahsiyetlerle ve mekânların coğrafi özellikleriyle birlikte ayrıntılı ama sade bir şekilde anlatışı, dünya tarihinin kirli ve kanlı taraflarına ışık tutmasıyla Luraghi, okuyucusuna roman tadında bir dünya tarihi okuma imkânı sağlıyor. Özellikle varlık ve yaşam alanlarına son verilen uygarlıkların Batı medeniyetinin o menfur eli uzanmadan önceki hallerini tasvir edişi, ne kadar üstün bir uygarlık seviyesi içinde olduklarını, bolluk ve huzur içinde yaşadıklarını anlatışı gerçekten dikkate ve okunmaya değer. Coğrafi keşiflerle başlayan ve yirminci yüzyılın sonlarına kadar farklı yerlerde ve çeşitlilikte boy gösteren sömürgecilik, dünyaya haklının değil güçlünün egemen olması, haksız yere gasp ile masum insanların katli, zenginliklerine el konulması, yurtlarının emperyal güçlerle paylaşılması, hukuk yerine salgırganlığın, despotizmin, vandallığın hâkim olmasının bir neticesi olarak dünya tarihinin kanlı sayfaları olarak insanlık hafızasında yer almaktadır. İnsanların bugünü anlaması için bu kanla, zulümle yazılan tarihin bilinmesi son derece faydalıdır. Karşılaştırmalı genel kronoloji adıyla kitabının sonuna iliştirdiği bölümle Luraghi tarih meraklılarına senkronize bir kıtalar tarihi özeti sunmaktadır. Okullarımızda anlatılan tarih dersleri yolun sadece bir tarafını görerek seyahat etmeye benzetilir ya hep işte bu kronoloji ile yolun her iki tarafını da görerek yol alma imkânı bulabilirsiniz.
“Avrupalı Seyyah Sadece Görmekle Yetinmez, Gördüklerine Sahip de Olur”
Luraghi’nin kitabını okurken meraklı seyyahların açtığı yolda, anlatılanların büyüsüne kapılan bir çapulcu güruhunun talan ve zulümde ne kadar ileri gittiklerini görmek gerçekten insanî melekelerimizi dumura uğratıyor. Luraghi’nin anlattıklarına ilave olarak James Clifford’ın şu sözü durumu destekleyici niteliktedir: “Avrupalı seyyah sadece görmekle yetinmez, gördüklerine sahip de olur.” Bu sözden yola çıkarak sömürgeci zihniyetin sömürgeciliği meşru görmesinde bu sahiplenme iddiasının yattığı kolaylıkla söylenebilir.
Peki modern zihniyetin insanı putlaştıran anlayışı bu durumu nasıl izah etmektedir? Bu meyanda Nazife Şişman’ın Günün Kısa Tarihi’nde dile getirdiklerinden bahsetmek yararlı olacaktır. Batı mantalitesi kendisini merkeze alarak “West and the rest” mottosuyla dünyayı Batı ve diğerleri olarak ayırmaktadır. O yüzden Ebu Gureyb’teki işkence görüntülerini değil de Amerikan bayrağına sarılı tabutlarını görünce Amerikan halkı savaş fikrine verdiği desteği sorgulamaya başlamıştır. Zulmü görüp acı duymamak, yıkım ve kıyımları gördüğü halde durdurmak için çabalamamak, ahlaktan vicdandan nasipsiz bir canavarın hasletleri olabilir. Biz canavar değiliz peki insan olmamıza rağmen bizi durduran, hissizleştiren nedir diye soran Virgina Woolf kendi sorusunu kendi cevaplıyor: “Bizim başarısızlığımız tahayyülle, empatiyle ilgili bir başarısızlıktır. Ortak bir insanlık ailesinin mensupları olduğumuzu düşünmememizdir. Zulme maruz kalanları kendimiz gibi bir ‘insan’ olarak tahayyül etmememizdir.”
Sömürgeciliği anlamamıza yardımcı olacak bir diğer unsur da Batı zihniyetinin insanları kategorize ederek ben ve öteki, medeni ve ilkel, Batılı ya da Batılı olmayan gibi ayrımlara tabi tutması da sayılabilir. Hatta bu hususta modern bilimin evrimcilik ilkesine bu kadar sıkı sıkıya tutunmasının altında da kendini ait hissettikleri hayvanlar aleminde doğal seleksiyonun tabi ve doğal olması da yatıyor olabilir. Tıpkı hayvanlar gibi kendini haklı gördüğü yaşam mücadelesinde kendi türünden canlıların hayatı pahasına hayatta kalma, ayakta kalma mücadelesi verme düşüncesi de insanın yaptığı işi, zulmü, sömürgeciliği mazur gösterecek bir başka etken olarak görülebilir. Bu zihin konforuyla insanat bahçeleri oluşturmak, kendinden farklı gözüken bir grup insanı hayvan gibi kafeslerde seyirlik konuma taşımak anlaşılabilir bir şey olmaktadır. Ya da Nazife Şişman’ın işaret ettiği üzere modern bilimin aygıtları her şeyi masum gösterme makulleştirme çabası için rahatlıkla kullanılabilmektedir. Şişman’ın National Geographic dergisinin yayın serüvenini de bu rasyonelleştirme işine örnek olarak etraflıca açıklaması gerçekten ilgi çekicidir.
Dünya üzerinde yüksek medeniyet inşa eden tüm uygarlıkların kısa fakat özlü anlatımını bulduğumuz bu kitabında Roger Garaudy Batı’ya olan düşüncelerini de serd etmiştir. Garaudy, Batı’nın -Avrupa’nın- dünya üzerinde hiç bir zaman büyük bir dinin çıktığı yer olmadığını; Batı’nın hesap ve ölçüye dayanarak dünyayı zaptettiğini, tabiatı tahakkümü altına almaya çalıştığını, bu tek boyutlu sadece teknik ve bilim akıllı insanın artık her şeyin ölçüsü olduğunu dile getirirken insanın aşkın olandan koparılıp dar bir içkinliğe hapsedilmesine üzülmektedir. Garaudy, Batı hegemonyasını reddeden gerçek bir dünya medeniyet tarihini kaleme aldığı kitabında insanı kaybettiklerini aramaya çağırmaktadır. Medeniyetler tarihine şahit olduğumuz bu eseriyle Garaudy aslında geçmişe değil geleceğe dönük bir ufku işaret etmektedir.
Yeryüzünde hüküm süren tüm medeniyetleri teker teker ele alıp en temel özellikleriyle resmederek anlatmasının ardından Garaudy Hıristiyanlığı Rönesans’ın mahvettiğini dile getirir. Rönesansla birlikte pek çok şeyin öldüğünü, bugün bizi öldüren pek çok şeyin de Rönesansla birlikte doğduğunu iddia eder. Bu iddialarıyla Garaudy de modernist zihniyeti eleştirenler kervanında önemli bir yer tutar. Garaudy’ye göre Rönesans kültürel bir hadise olmaktan ziyade kapitalizmle sömürgeciliğin eş zamanlı doğması hadisesidir. İkisi de Allah’a karşı kayıtsız bir tavır takınan ferdin güç gösterisinin övülüp yüceltilmesini esas alır. İkisi de hikmetten, bilgelikten kopartılan bilimi tabiat ve insanlar üzerinde hâkimiyet kurma ihtirasına kul köle yapar.
Gerçekten zamanın kısa bir tarihini sunan Hawking’in kitabında yer yer bilimsellik dozu sıradan bir okurun havsalasını aşacak düzeye çıksa da genel anlamda bilimin tarihî seyrine rahatlıkla şahitlik edebiliyorsunuz. Bilim tarihinin nereden nereye geldiğine dair durumu arz ederken bilime katkı sunan insanları sık sık zikretmesi örtük bir şekilde okuyucularını hakikat yolculuğuna çağırması olarak algılanabilir. Kitabı okurken adı geçen bilim insanlarının içinde “öteki” cenahın varlık gösteremeyişine hayıflanmamak elde değil. Her ne kadar modern bilimsel anlayışı bilgi edinmenin tek yolu olarak görmesek de, bu kısıtlı ve dar alanda da olsa Doğu’lu şahsiyetlerin varlığına -en azından son bin yıl içinde- şahit olamayışımıza dair bu üzüntü umarım geleceğe ilişkin yeşerttiğimiz umutlarımızın neşvünema bulmasıyla son bulur.
Lukacs eserinde önce modern, modernizm ve moderniteye ilişkin kavram değerlendirmeleri yapmakta ardından betimlemiş olduğu bu modern çağın yozlaşan niteliklerini sayarak postmodernizm adıyla ortaya çıkan yeni oluşumun ufak bir iki değişiklik dışında modernizmin bir uzantısı olduğunu ve çoğu aydının moderniteyle bağlarını koparmakta zorlandıklarını ileri sürmektedir. Lukacs’a göre modern çağın sonuna gelindiğini pek çok kişi ruhunda hissetmesine rağmen bu hissediş bilinç düzeyine çıkamamıştır. Modern çağın batışına şahit olanlar da modernist bakış açısını tamamen reddedebilme başarısını gösterememişler yeni dönemi anti-modernizm diye adlandırmak yerine post-modernizm kılıfına sokmuşlardır. Bilimci nosyonuna bürünen anlayışın büyük bir tabu olarak hâlâ etkisini gösterdiğine en büyük delillerden biri de budur. Reddedememek. Tarih boyunca modern çağın zuhur edişinden günümüze değin aldığı yolu ve batışını resmeden Lukacs mütevazı bir şekilde okuyucularını uyanışa davet ederek eserini sonlandırıyor.
İlerlemenin kalkınmanın modern yaşamın, rahatlığın ve hazzın büyüsüyle gözlerimiz boyanmış bu çağın insanı “biz” modernist mi, anti-modernist mi, post-modernist miyiz? Yoksa gerçek bir uyanıklık haliyle kendi ürettiği kavramlarla farkettirmeden hâlâ yandaş devşiren bu zihniyeti terim ve kavramlarıyla bir kenara itip reddederek başka bir çağın adını koyabilecek kadar irfan ve basiret sahibi olabilecek miyiz? Cesur yeni dünyayı bırakın yeni baştan kurmayı algılamakta dahi beceriksiz iken umarım bu uyanış en kısa zamanda gerçekleşir diye umut etmekten başka bir çaremiz kalmıyor.
İster bilgi, fikir, kültür üretmede olsun isterse ortaya çıkarılacak icraat ve eserlerde olsun biz “üreten” olmadıkça emeğin, eşyanın, sahip olduğumuz değerlerin, gücün ve elimizin altındaki nimetlerin kıymetini bilmedikçe bir değer ortaya koyamayacak, kaosa bir çözüm sunamayacağız. Korkarım sonumuz “kellim kellim la yenfa” olacak. Umarım olmaz.
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.