İnsanı tanımak üzere çıktığımız yolda sadece insanı tanımanın yetmeyeceği, içinde bulunduğu dünyada insanı diğer tüm canlılarla birlikte ele almanın elzem olduğu apaçık ortadadır. “İnsanı ve dünyasını” tanıma ve anlamlandırma arayışımızı sürdürdüğümüz, kendimizi tanıma keşfimiz neyle sonuçlanır onu bilemeyiz ancak bu uğurda “yolcu” olmakla üzerimize düşeni yapmaya çalıştığımız söylenebilir. Ne de olsa seferle muvazzafız zaferle değil!
Aziz Augustinus “Beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum” dediği bu bütünün künhuna vakıf olmak, sahip olduğumuz inanç ve düşünce biçimimizle kısmetimize ne kadar düşer bilemeyiz ancak şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki peşinde gidiyor olmak bile harikulade güzel bir nasiptir. Bir şeyin peşinde olmak çoğu zaman o “şey”e sahip olmaktan daha iyi olabilmektedir. Nitekim Simyacı’da Şantiago’yu hazinesine ulaştıran şey de onun keşfetme arzusundan, hedefine ulaşmak için ortaya koyduğu çabadan başka bir şey değildi. Günümüz pedagojik diliyle söyleyecek olursak sonuca değil sürece odaklanmak bize ‘an’ı yaşatacak ve bizi hakiki anlamda doğruya ulaştıracaktır.
Yol güzel olunca insanın yolculuğunu bitirmek gibi bir meselesi de zaten hiç olmuyor. Bu yazımızda da insan denen mucizenin ne menem olağanüstülüklerle yaratıldığını hatırlayarak bütüncül bir insan kavramını nasıl idrak edebileceğimize dair tuttuğumuz yolda ilerlemeye devam edeceğiz.
Öncelikle “insan” kavramını netleştirerek işe başlamak öyle sanıyoruz ki en doğru yol olacaktır. Neredeyse tüm hayatını felsefe-bilime ve biyolojiye adayan Teoman Duralı yolumuzda karşımıza ilk çıkan, görüşlerine yer vermede aklımıza ilk düşen isimdir. En güçlü silahın kavramlar olduğunu savunan Duralı kendi araştırma alanında kullandığı kelime ve terimleri büyük bir titizlikle seçmiş ve hatta alana yeni ve güçlü kavramlar, terimler kazandırmıştır. Türkçeyi en iyi konuşan ilk üç kişiden biri olduğunu iddia eden Türkçe aşığı Teoman Duralı, yaptığı çalışmalar, geziler ve ortaya koyduğu eserler kadar literatüre kazandırdığı terim ve kavramlarla da yeri doldurulamayacak bir bilim adamıdır. Nitekim Takiyettin Mengüşoğlu’nun da Teoman Duralı gibi anlam ve kavram meselesine dair gösterdiği titizlik filozofların ortak niteliklerinden biri olsa gerektir. Mengüşoğlu da dil-felsefe ilişkisinin zayıf olduğu ülkemizde kavramların gündelik dildeki karşılıklarıyla kullanılmasının doğru olmadığını Batı’da olduğu gibi her filozofun kavramları hangi anlamda kullandıklarını özellikle belirtmesi gerektiğini salık verir. Bu anlamda kavramların tam anlam bulmasına yönelik Duralı’nın yaptığı çalışmaların ne kadar yerinde olduğu daha anlamlı olmaktadır.
Hayatın Anatomisi adlı eserinde Duralı, canlılar bilimi felsefesi, evrim ve ötesine dair çetin konuları bol açıklamalı ve dipnotlu anlatımlarıyla, karanlık tek bir husus bırakmayacak şekilde her türlü kavram ve terimi aslî anlamlarıyla kullanarak okura derinlikli bir okuma ve öğrenme deneyimi sağlamaktadır. Duralı, beşer ve insan olmak üzere insanı iki yönüyle ele alır. Benzer bir şekilde beşer ve insan olarak farklı iki vechesiyle ele alınan insan kavramına Kuranı Kerim’de de şahit oluyoruz.
Beşer kelimesinin Kuran’da daha ziyade insanın biyolojik özelliklerinin ön plana çıktığı yerlerde, insan kelimesinin ise psikolojik zaaf ve illetlerinin ön plana çıktığı yerlerde kullanıldığı dikkat çekicidir. Duralı, Kur’an-ı Kerim’e göre insanlığın maddeten değil, ancak manen tamamıyla nevişahsına münhasır bir yaratıklar kümesi olduğuna inanır. Çünkü yaratılış itibariyle tüm canlılar “su”dan yani aynı menşeden yaratılmışlardır. Özü itibariyle aynı kaynaktan yaratılan insan manevi unsurlarıyla “insan” olabilme şansına erebilmektedir. Yusuf Ziya İnan da İnsan adlı eserinde Adem’in toprak ve sudan yaratılışı bahsinde toprak ve suyun fena ve bekaya işaret ettiğini bunun da insanın mahlukiyetten insaniyete yükseltilmesi anlamına geldiğini ifade eder. Toprağın suyla karışımı onu nasıl elverişli ve faydalı bir hale dönüştürüyorsa Allah’ın ruhundan üflediği beşer de bu ruh ile insanlık mertebesine ulaşır, üflenen bu ruh ile insan diğer canlılardan ayrılır.
Duralı insanın menşei konusunda bitmek bilmeyen tartışma ve iddiaları yerçekim kanununda olduğu gibi açık ve net bir şekilde ortaya koyamadığımızı, zamanı geri alıp inceleme imkânı bulmanın da mümkün olmadığını, dolayısıyla işin aslını bilimsel anlamda asla bilemeyeceğimizi iddia eder. Duralı’ya göre insan için asıl önemli olan şey, insanın canlılar âleminin bir parçası olduğunun akıllardan çıkarılmamasıdır. Duralı, insanı insan yapan unsurun ondaki beden ötesi, madde ötesi taraf olduğunu sıklıkla dile getirir. İnsan ortaya koyduğu kültürle ‘beşer’ tarafından ayrılmakta ‘insan’ olarak kabul görmektedir. Bu farktan dolayı Duralı, canlılar arasında insan yaşamının bir istisna olduğunu, diğer canlılar gibi insanın da biyotik yaşamı paylaştığını ama onun yaşamının bundan ibaret olmadığını belirtir. Duralı’ya göre insan, bizzat kendi elleriyle sürekli bir inşa süreci halinde var oluşunu ortaya koymaya ve geliştirmeye devam etmektedir. O yüzden diğer canlıların “yaşamı” insanın ise “hayatı” vardır.
Dünya üzerinde canlılığın 4,5 milyar yıldır var olduğu düşünülmektedir. Peki nedir bu canlılık? Günümüz son dönem bilimsel anlayışta canlı/cansız diye bir ayırım yapılmamakta, bu ikisi arasında belirgin bir farkın olmadığı iddia edilmektedir. Canlılığın ilk başlangıcı ile ilgilenen biyokimya bilimi ve Abiyogenez kuramına göre canlılığın cansızlıktan evrimleşerek başladığı iddia edilmektedir. Canlı cansız meselesi yüzyıllardır can ve ruh kavramlarıyla açıklanmaya çalışılmıştır ancak son bilimsel iddialara göre canlı gözüken, canlı olarak addedilen çoğu şeyin hücresel boyuta kadar bu şekilde tanımlanabilse de hücrealtı boyutta keşfedilen atom ve moleküllerle cansız olduğu iddia edilmektedir.
Duralı fizikten yani bilimden çıkan iki yola işaret etmektedir. Bunlardan birincisi metafiziğe, kavrama becerisine ikincisi ise gözlem ile deneye yani doğaya uzanmaktadır. Bilimin bilim olabilmesi için bu iki yolun tutulması gerektiğini söyleyen Duralı kendisinin de evreni ve canlıların doğasını kavramlarla açıklamaya çalıştığını açıkça dile getirir. Ancak Aristoteles’ten bu yana canlılar biliminde kavram açıklamalarının neden-etki bağlamında mı yoksa gayelilik esasına göre mi düzenlemesi gerektiği hususu tam olarak netlik kazanmamış gözükmektedir. Eskiçağdan Yeniçağa değin genel geçer dünya görüşü teleolojik iken 16. yy’dan sonra doğa ve evren, mekanik görüş açısıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Mekanikçilik yoluyla epey bilgi devşirildiğini ifade eden Duralı Darwin’in de mekanik anlayışla çalışmalarını yürüttüğünü ifade etmektedir. 16.yy’dan beri süregelen Mekanikçi ekol 19. yy Alman romantik ekolünün etkisiyle mekanikçi görüşe tepki olarak ortaya çıkan Vitalizm ile sarsılmış, etki alanını yitirmeye başlamıştır. 1950’lerden sonra keşfedilen DNA ve RNA canlılık bilimi için bir dönüm noktası olmuş, canlılık bu moleküllerle açıklanmaya başlanmıştır. Şu anki bilgilerimizle bir “varolanı” canlı kılan özelliklerin tamamı genlerde kayıtlıdır. Gerek canlının yapısını, biçimini, işleyişini belirleyen dev moleküller olan genler gerekse DNA büyük molekülleri kendileri canlı olmamakla birlikte bir varolanı canlı kılan şeylerdir.
Canlıların evrimi on sekizinci yüzyılla birlikte büyük bir hız kazanmıştır. Canlı, Tanrı’nın hayranlık uyandıran esrarengiz yaratığı olmaktan çıkarılmış ve mekanik dünya görüşüyle gelişigüzel bir işleyiş haliyle ele alınmıştır. Kopernik güneşi temel alıp yeryüzünü onun etrafında döndüğünü söylediğinde çok fazla dikkat çekmemiştir. Ancak Galileo yeryüzüyle birlikte Hıristiyanlığın kutsal saydığı “insanı” da merkez olmaktan çıkardığında bütün bir dünya görüşünü tepetaklak etmiştir. Tüm bunların sonucu olarak din medeniyet tasavvuru olmaktan çıkarılmış din dışı görüş hâkim olmaya başlamıştır.
Descartes varlıkları maddi ve manevi olarak ikiye ayırmış; bitki, hayvan ve insanı cisimlerden sayarak canlıları makine mesabesine indirmiştir. Ortaya koyduğu çalışmalarla insan merkezli dünya görüşünü yerle bir eden Galileo’nun görüşü Newton’la kemâle ermiş böylelikle çağdaş bilim anlayışının ülküsü Galileo-Newton klasik mekaniği olmuştur.
Duralı’nın dile getirdiği gibi tarihte ilk dindışı-dünyevi kurum felsefe-bilimin temelini Aristo, üst katını Galileo, çatısını ise Darwin inşa etmiştir. İnsan merkezli dünya görüşü eski tahtını kaybettikten sonra kutsallıktan da azledilen insan, Tanrıdan tamamen uzaklaşmıştır. Böylece ‘hakikat’ âleminden uzaklaşarak ‘gerçeklik’ âlemine duçar olan insanoğlu insanlıktan uzaklaşmış, beşer yönünü artırmış, süflî özelliklerini ön plana çıkarmıştır. Mekanik anlayışla Yaratıcının yaratıp kenara çekilen bir “watchmaker/saat ustası” şeklinde tasavvur edilerek saf dışı bırakılması, metafizik boyutun yok ya da önemsiz sayılması modern bilimsel anlayışın bir karakteri olmuştur. Nitekim bu hususa ilişkin A. Einstein şöyle demiştir: “Metafizikten korkma günümüz felsefesinin hastalığıdır.”
Teoman Duralı, canlılar biliminin kurucusu olarak görülen Aristoteles’in canlılar öğretisinin Darwin’in teorisine oranla daha sağlam bir mantık yapısı sergilediğini iddia etmektedir. Aristoteles canlılarla ilgili diğer görüşlerine geçmeden “canlı nedir, ne değildir?” konusuna ilişkin düşüncelerini açıkça ortaya koymuş, uğraş alanının biricik unsuru canlı/cansız varlık ayrımını ve tanımlarını yapmıştır. Tüm bunlara rağmen bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesi olarak iddia edilen “evrim teorisi” ile Charles Darwin yazılarının hiçbir yerinde canlıya ilişkin bir tanım, açıklama hatta tarif denemesi dahi yapmamıştır. Darwin’in bu eksik yanına işaret eden Duralı, Einstein’ın bilimsel literatüre kazandırdığı “düşünce deneylerinden” bahisle Darwin’in evrim sorununa düşünce deneyleriyle getirdiği çözüm önerisinin dahice bir düşünce eylemi olmaktan öte gidemediğini iddia etmektedir. Zira Darwin akla durgunluk verecek miktardaki gözlem verisi malzemesini düşünme ve tasarlama gücüyle değerlendirerek teorisini kurmuştur. Duralı’ya göre elimizde temel bilimsel gerekleri karşılayacak bir teori bulunmamasına rağmen “evrim” görüşünden yoksun bir tutumla canlı süreçleri esaslı şekilde açıklamak da imkânsızdır.
İnsanın menşei gibi birtakım meseleleri kesin olarak açıklama imkân ve kabiliyetinden yoksun da olsak hiç unutmamamız gereken tek şey beşer yönümüzle canlılar âleminin bir parçası olduğumuz gerçeğidir. Türkiye’de evrim düşüncesine itirazın merkezinin Avrupamerika olduğunu iddia eden Duralı, insanın menşei meselesi ve evrim olayının İslam düşünce tarihinde Mevlana gibi en mutasavvıfından, el-Câhız, İbn Miskeveyh, İbn Hâldun gibi en bilgili felsefe-bilim adamına kadar pek çok alim tarafından incelendiğini dile getirmektedir. Ancak o zamanki görüşle günümüz evrim düşüncesi arasında farklar olduğunu, hem Kuranî modelin hem de Aristoteles ve Eskiçağdan beri sürüp giden çizgiyi takiben Müslüman düşünür ve araştırmacıların tasavvur ettikleri oluşum ve dönüşüm modelinin ancak ve ancak “tekâmül” olarak adlandırılabileceğini ifade etmektedir. Müslüman düşünürlerin eserlerinde evrimle ilgili fikirlere nasıl yer verildiğine değinen Duralı, evrim sorunundan bilimsel anlamda ilk söz edenlerin İhvân el-Safâ olduğununu, Darwin’in varsayımını kimi bakımlardan sekiz yüz yıl önce İbn Miskeveyh’in açıkladığını, İbn Haldun’a göre evrimin madenden başlayıp maymun ile insana dek uzayan bir gelişme zinciri olduğunu da belirtmektedir. Velhasılı kelam Dünya’ya canlı olarak gelen beşer, dirim varlığından kültüre dönüşmekte toplumsallaşarak insanlaşmaktadır.
İnsanın neliğine ilişkin kısa bir evrimsel biyoloji tarihine şahitlik ettiğimiz epey hacimli kitabıyla Duralı, konuya ilişkin malumatı bir bilim adamı titizliğinde ve en ufak bir bilginin kaynağını açıkça göstermeyi ihmal etmeden ileri okuma yapmak isteyen okuyucuların da işlerini kolaylaştırmıştır. İnsana dair aldığımız bilgi yolunda ister istemez evrim durağına uğradık. Daha önce evrim eşittir canlıların tekâmülü diye formüle edip fazlasını öğrenme ihtiyacı duymamışken şimdi en ateşli savunucularından en büyük reddiyecilerine dek konuyla ilgili eserlere, konuşma ve açıklamalara açık bir şekilde öğrenme yolcuğumuzu devam ettirmekteyiz. Bu amaçla günümüzde ekranlarda çokça boy gösteren çoğu biyoloji uzmanının sosyal medya söyleşilerine kulak vererek konuyla ilgili literatür taraması yaparak acizane tespitlerimiz şunu göstermektedir ki evrim konusu biyolojiye, dünyadaki canlılığa ilişkin bilinmezleri anlamaya yardımcı olacak mümbit bir konu olmakla birlikte hem kişisel bazda hem de ideolojik anlamda çıkar amaçlı kullanılarak yozlaştırılmaya da son derece elverişli bir mesele de olabilmektedir. Dünya çapında bu kadar yankı bulmuş bir savdan popülarite devşirmeye çalıştıklarına şahit olduğumuz kimi bilim adamları ve ‘evrim’ meselesinden çok evrimin İslam’la çelişmediğine dair anlatıları ön plana çıkararak kendi görüşlerini net ortaya koyamayanlara rast gelmiş olmak bizi şaşırtmanın da ötesinde son derece üzmüştür. Ancak bu üzüntü ileri okuma ve alıştırmalara sevk ederek konuda biraz daha derinlik kazanmanın da yolunu açmış oldu.
Bir sonraki yazımızı da evrim konusuna, Dünya üzerinde canlılık ve insan konusuna ayırarak içine düştüğümüz bu bilimsel merakın peşinde sürüklenmeye devam edeceğiz ancak beşer/insan düzleminde meseleye birkaç kitap önerisiyle biraz daha değinerek bu yazımızı nihayete erdirelim. Önce “kendimizi biraz daha rahatsız etmesine izin vererek” İnsan adlı eseriyle Ali Şeriati’ye ardından da Kur’an’da Varoluş ve İnsan adlı eseriyle Sadık Kılıç’a, Göreli (İzâfî) Düşüncede İnsan adlı eseriyle Yusuf Ziya İnan’a, konuyla ilgili eserleriyle Gazzâlî’ye kulak kesilerek ardından da ileri okuma yapmak isteyenlere yönelik kitap tavsiyelerine yer vererek bu yazıyı tamamlamak istiyorum.
Ali Şeriati İnsan adlı eserinde beşer ve insan kelimelerinin ademoğlunun tanımlanmasında kullanılan ortak kelimeler olduğunu ancak arada bir nüans olduğunu söyler. Ali Şeriati ademoğluyla ilgili bu kavramlardan ‘beşer’ ile cismani yönünün, ‘insan’ kelimesiyle de ahlaki ve psikolojik yönlerinin ifade edildiğini belirtir. ‘Beşer’ arzuları, hırsları, bencillikleri ve hayvanî halleriyle süflî özelliklerinin etki alanında yaşayan kişiyken ‘insan’ ise, süflî ve hayvanî özelliklerinden kurtularak ulvî ve manevî özelliklerle kendini donatan kişidir. Şeriati’ye göre insanın topraktan ve toprağa hayat veren sudan yaratılmış olması onun beşer olduğunun delilidir.
Biyolojinin konusu olan beşer insanın en primitif şeklidir ancak Allah tarafından “ruh” üflenmesi ve yeryüzünde halife olarak nitelendirilmesi nedeniyle de mahlukatın en şereflisi ve en azizidir. Nitekim Kuranı Kerim’de Tin suresi 4. ayette insanın ahsenel takvim yani en güzel bir biçimde yaratıldığı bildirilmektedir. Varoluş özelliği ile akıllı bir varlık olan insan, bilgi sahibi ve düşünen bir canlıdır. İnsan bilen, bilgisini artıran, bildiğinin farkında olan, bilgelik ve filozofluk seviyesine yükselen ayrıca kendi özel varlığının da farkında olan kendini bilen bir varlıktır. Öleceğini bilen tek varlık olmasına rağmen hayata tutunur ve mücadele eder; yaşadığı toplumu inşa edip kültürü var eder. Kişiyi beşerlikten yani en primitif halden çıkarıp “insan” yapan şey de onun kültür oluşturan bu yanıdır. İnsanın canlılığı yani beşerliliği gerçeklik âlemine konu edilirken insanlığı ise hakikat âleminin (metafizik) konusudur.
Diğer canlılar belirlenmişlikle dünyaya gelip yaşarken beşer olarak dünyaya gelen insan toplum ortamında hayatta kalarak insanlaşmaktadır. Diğer canlılar fıtrata uygun yaşarken insan fıtrata aykırı hareket edebilmektedir. Sinan Canan’ın da dediği gibi “insan sınırlarını aşan tek canlıdır”.
Kur’an’da Varoluş ve İnsan adlı eserinde Sadık Kılıç, var oluş bütünlüğünü şehâdet (görünen âlem, fenomenler âlemi) ve gayb ( görünmeyen âlem, Rumen âlemi) olarak betimlerken bu bütünlüğün var edici ve kurucu birinci öğesi ‘Allah’, diğer en önemli kurucu öğesi de ‘insan’dır demektedir. Varlık meselesinde geleneksel anlayışlar geride bırakılarak varlığın zuhuru ve gayelilik bakımından sadece fenomenler dünyasının gerçek diye gösterilmesi insana bir miktar saygınlık kazandırmış olsa da insanı sadece fenomolojik boyutlarla sınırlamak insana hakikatin değer ve anlamını ıskalattırmaktadır. Kur’an’da insan varoluşsal ve uhrevi kurtuluş için imanın inşasına ve gerekliliğine kâni olsun diye dış dünyaya yönlendirilmektedir. Dış dünyadan gerek kendi varlığı gerekse tabiat hakkında düşünmesi, akıl yetisini sezgi ve yüksek kavrayışlarla işlevsel hale getirmesi istenmektedir.
“İnsanoğlunun erişebileceği en büyük saadet ancak şahsiyet sahibi olmaktır.” Goethe’den alıntıladığı bu sözle Kılıç, insanın beşerliğinden insanlığa yönelmesi ve bu yönelişle kemâl bulması anlamına işaret etmektedir. İnsanın şahsiyet sahibi olması yaratılış gayesine uygun şekilde yaşamasıyla, yaradanına kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmesiyle mümkündür. Nitekim Ahzap suresi 72. ayette ilahi emaneti tüm canlı/cansız varlıklar içinde yüklenenin insan olduğuna işaret edilmektedir. Tevdi edilen bu görevle insanoğlu bu emaneti varlığıyla içselleştirerek yaratılışına uygun yaşamanın, hem bu hem de ahir dünyada saadete ermenin sırrına vakıf olma kabiliyetine sahiptir. İnsan egosunu ne kadar çok mutlak Ego’ya yani Allah’a yaklaştırabilirse o ölçüde kendi hürriyetini de gerçekleştirmektedir. Çünkü Mutlak Varlık Allah, Mutlak Ben olarak bütün şahsiyetlerin kalbindedir. Hayvandan insanı ayıran en önemli özelliklerden biri insanın kendinin farkında olmasıdır. Bu farkındalık onu sadece insan yapmakla kalmaz ona üstün insan olma imkân ve heyecanı vererek kutsal emaneti hakkıyla korumaya ve barış iklimi estirmesine vesile olur.
Kılıç’ın ifadesiyle insanı diğer mücerret ve metafizik yaratıklardan, özellikle meleklerden, ayırt eden en önemli boyut ise onun yaratılış dokusu ve şemasına yerleştirilmiş olan cüz’î seçim gücüne sahip olmasıdır. İşte insan İlahi isim ve sıfatlara ayna olmakta bu sıfatlarla tecelli boyutunda bu sıfatlar üzerinden bir varlık gösterebilmektedir. İnsan Yaratan-yaratılan zincirinde yaratılanların en tepe noktasındadır ve Allah tarafından mümtâz ve muktedir bir varlık olarak yaratılmıştır. Ayrıca insana “Kendi ruhundan üflemiş olması” ona çok özel bir hüviyet kazandırmış, kendi dışında hiçbir varlıkta bulunmayan bir özle insanı haiz kılmıştır. İnsan varoluş imkânları bakımından Allah’ın nazarı altında bir nesne gibi yaratılmamış bilakis kendi iç hürriyet ve irade alanı vasıtasıyla, kendi tercihleri doğrultusunda var olma çabasıyla sorumlu tutulmuştur.
Göreli (İzâfî) Düşüncede İnsan adlı eserinde Yusuf Ziya İnan her çağda olayların müsebbibi ve muhatabı olan ‘insan’ meselesini ele alıyor ve bir bedene muvassaf üç ayrı makamdan beşer-âdem-insan’dan bahsediyor. Cenab-ı Hakk’ın insana ruhundan üflemiş olması ve ‘yeryüzünde halife’ olması hasebiyle insanın bu âleme gelişinde dahi ayrıcalık sahibi, kutsal bir varlık olduğunu belirtmektedir. İnan’a göre insan bir yanda tabiata hükmedecek denli akıl almaz ilmi ve teknolojik gelişmelerle yepyeni araç ve imkânlara sahip olurken öte yanda kendi hakkında bilgisinin son derece azlığıyla aciz kalmaktadır. Bu acziyeti nedeniyle insanın en büyük görevlerinden birinin özüne dönmesi, kendini tanıması ve kendini eğitmesi meselesi olduğunu ifade eden İnan’a göre son bilgiler ışığında insana bakıldığında her birinde milyonlarca bilgi saklı milyarlarca DNA’dan müteşekkil insan harikulade bir varlıktır.
İnan’a göre Âdemin toprakla sudan yaratılmış olması onun beşer vasfından insan vasfına sahip oluşuna, fevkalade bir varlık oluşuna işarettir. Toprağın su ile münasebeti nasıl ki onu üzerinde son derece iyi ve güzel şeyler bitirmesine mahir kılıyorsa Allah’ın nuruyla, ruhundan üfürmesiyle beşer olan âdem de ‘insan’ vasfını haiz olmakta ve bu insan vasfıyla güzel şeyler ortaya koyabilmektedir. İnsan yaratılmış olan canlılar içinde kendisine ruh üflenen tek varlıktır. Bu yönüyle Allah insanı diğer canlılardan ayırmış olmaktadır. Allah âdeme ruhundan üflemiş onun enfüs ve afakını birlemiş, batınını da kendi varlığıyla ve Zatı ile tezyin etmiş, şerefli kılmıştır. Bu dirilik diğer mahluk ve eşyanın diriliğinden farklıdır. Bu âlemde yaratılan her şey âleme ve kesrete dahilken bâtını ve enfüsüyle insan Allah’a aittir.
Zahiri ve batını yönüyle insanın vücud varlığı bu âlemin aynısıyken, iç yönüyle bâtınî yönüyle de Allah’ın Zâtı ile benzerlik taşımaktadır. İnan kitabında ilk yaratılış ile âdemden, sonraki yaratılışta ise beşer-insan-halife makamlarıyla insanın yaratılışından bahsederken Kur’an’dan referansla fikirlerini ayetlerle desteklemeyi de ihmal etmemiştir. Küçük hacimli bu kitabıyla İnan okura beşer/insan ayrımını, insanın diğer canlılarla benzer ve farklı olan yanlarını sade bir dille ayetler eşliğinde özlü bir şekilde aktarmaktadır.
Ruhun mahiyeti ve hakikatiyle insana verilişini ifade eden “nefh” olayından; “Âdem’in Rahman’ın suretiyle yaratıldığı”, “kendini bilen Rabbini bilir” ve “Âdem henüz su ile çamur arasındayken ben peygamberdim” hadislerinin manalarından bahsettiği İnsan Nasıl İnsan Oldu? adlı eseriyle Gazzâlî insan ve kozmosun sırrına ilişkin düşüncelere ışık tutan açıklamalarıyla önemli noktalara değinmiştir. Gazzâlî’ye göre insanın ve kozmosun sırrı ruh, nefs ve akıl gibi adlarla anılan manevi özdür. Bu öz, insanın ve kozmosun maddi özünden bağımsız, soyut bir töz olarak Tanrı’nın insandaki yansısıdır. Nefh olayını anlatırken yaptığı analojiler ve ruhu betimleyen tasvirleriyle Gazzâlî konuyla alakalı okuyuculara son derece faydalı bir okuma/öğrenme imkânı sunmaktadır.
İnsanoğlunun yeryüzüne indiriliş hikayesinin bir aldanma hikayesiyle başlaması, yeryüzündeki hayatın ademoğullarının bir başka aldanma hikayesiyle (Hâbil-Kâbil) devam etmesi insanın yeryüzü macerasıyla ilgili çok şey anlatmaktadır. İşte insanın bu en değişmez yazgısıyla aldanma/aldatma meselesini eserine konu eden Gazzâlî kitabında insanın en çok kendisini aldattığını anlatır. Epey küçük hacimli olan bu eser insanın aldanış meselesini beşer-insan düzleminde ele alması bakımından son derece özlü bir muhtevaya sahiptir. İnsan konusuyla ilgili bir boşluğu doldurması bakımından konuyla ilgilenen okuyuculara tavsiye edebiliriz.
İnsanlığın en üstün mertebesi peygamberlikle görevlendirilen tüm peygamberlerin dahi içine doğdukları kavimlerinden kaçmış olduğunu, beşerlikten insanlığa uzanan yolda içinde bulunduğu şehrin taş duvarlarla çevrili karanlıklarından kaçarak insanın da kendi kurtuluşunu ve özgürlüğünü kendi elleriyle inşa etmesi gerektiğini vurgulayan, mevzuyu ilgili ayetlerle kendi üslubunca anlatan İsmail Metin’in Hazreti İnsan adlı eserine; aptallar cennetinde mutlu olmayı başaramadığını, insan olmayı başaramamaktan korktuğu için hazin halini bir küçük mutlulukla değiştirmeyi reddettiğini, ‘insan insanı insanda tanır’ diyerek mevzuyu kendi dilince ve şiirsel üslubu ile anlatan Dücane Cündioğlu’nun Hz. İnsan adlı eserine; yine insana dair Zübeyir Yetik’in kaleme aldığı İnsan Eşref-i Mahlukat adlı esere; insanın yaratılışına ilişkin ileri okuma yapmak isterseniz Şakir Kocabaş’ın Kur’an’da Yaratılış adlı eserine göz atabilirsiniz. Yine kendi ferdî birikim ve kazanımlarını bilimsel çalışmalarla edebi eserlere telmihle harmanlayarak insanın ve kainatın yaratılışına dair kaleme aldığı İnsanın Oluşumu adlı eseriyle Christopher Potter’a; insan ve insan hayatına dair yazılarını derlediği Ayet Ayet İnsan adlı eseriyle Yavuz Bahadıroğlu’na; ayetlerle, hadislerle fıtri özelliklerini sıraladığı insanın niteliklerini kaleme aldığı İnsan Denilen Muammâ adlı eseriyle Osman Nuri Topbaş’a kulak verebilirsiniz.
Son olarak bir roman tavsiyesiyle bu sayıdaki yazımızı nihayete erdiriyoruz. Daha önce Macar edebiyatından hiçbir eser okumamış biri olarak sadece adının cezbesine tutulup okuduğumuz bu roman ustaca kurgusu, kahramanının güçlü karakteriyle, akıcı diliyle, bir çırpıda okuyup hayran kalacağınızı düşündüğümüz bir eserdir. Bu roman hem tematik okuma yaptığımız insan konusuna dair kesbettiklerimize hem de edebi eserlerle tanışıklığımıza çok şeyler kattı. Tarihi bir roman niteliğinde bu eser akla ve kalbe dokunan çok şeyler anlatıyor…