Bir yapbozun parçaları gibi okuduklarımızı, yaşadıklarımızı cemetmeye çalıştığımızda ortaya çıkan manzara maalesef pek iç açıcı gözükmemektedir. Hayatımızın tümünü kuşatan zulüm çemberinde sömürü, haksızlık ve adaletsizliği ortadan kaldırmaya ve bunların yerine iyilik, güzellik ve adaleti ikame etmeye çalışmak delilikle eş değer tutulabilir. Ancak başka Dünya yok! Ya düzelten tarafta yol alacağız ya da bozguncularla birlikte yok olacağız! Palyatif çözüm arayışlarının zaten dumura uğramış düşünme biçimimizi daha da uyuşuk hale getirdiğini, eski paradigmalarla artık yol alamayacağımızı/alamadığımızı da görmekteyiz. Sürekli gözlük değiştirerek bu körlük halinden kurtulmamız, aynı şeyleri yaparak güzel sonuçlara ulaşmamız imkânsız gözükmektedir. Yaşadığımız bu dünya tüm insanlığın düşünce ve edimlerinin ürünüdür. Düşünce şeklimizi değiştirmeden dünyayı değiştiremeyiz. Peki düşüncelerimizi değiştirmede nasıl bir yol ve kimi izleyeceğiz? “Tamam işte budur!” diyeceğimiz formüller, hedefe ulaştıracak metotlar nelerdir? Bu yazıda doğal yaşamın, çevreyle bütünleşik yaşamın sınırlarını ve sırlarını ifşa eden kişi ve metotlardan bahsederek bu sorunun cevabına açıklık kazandırmaya çalışacağım. Kendi yaşantımda izlediğim yol ve yöntemleri, okuduğum kitap vb. yollarla edindiğim bilgi ve tecrübelerle burada meraklılarına aktarmış olacağım.
Yüzyıllardır doğaya, dünyaya ve diğer tüm canlılara hâkim olmaya çalışan insanoğlunun hâlihazırdaki görüntüsü gerçekten endişe verici boyuttadır. “Günümüz insanı” söz konusu olduğunda kendini evrenin merkezi sayan, çıkarları uğruna çirkin-kötü-yanlış demeden her yolu mübah gören, işine gelmeyen tüm fikir ve değerleri hiçe sayan, kendinden başka hiç kimseyi önemsemeyen, bencil, müsrif, eğlence ve haz düşkünü, yalnız ve mutsuz insan akla gelmektedir. Bu yönüyle Bakara suresi 30. ayette insanın “fesat çıkaran, kan döken” nitelikleriyle anılması hem manidar hem de savımızın yersiz olmadığının ispatı olarak değerlendirilebilir.
İnsanın pragmatist eğilimleri neticesinde Kaliforniya sendromuna gark olup birer Oblomov’a dönüşmesini; düşünmeyen, akıl etmeyen varlıklar mesabesine indirgenmesini kabul etmek mümkün değildir. Her şey zıddıyla kaimdir sözü gereğince kötünün karşısına iyiyi, çirkinin karşısına güzeli çıkarmamız gerekmektedir. Dünyayı tek bir organizma olarak kabul eden Gaia teorisine, “Dünya’nın tüm dertlerini bir bahçede çözebilirsiniz” diyen Permakültürün kurucu ortağı Bill Mollison’a kulak verelim ve biz de çözümü toprakta yeşertelim; doğayla bütünleşik, tabiatla uyumlu yaşamın sırlarını ifşa edenleri rehber edinelim. Hayati meselelerimize çözüm sunma iddiasında olan pek çok terim ve metodun öne çıktığı bu süreçte “doğal yaşam rehberi olarak” benim önerilerim şu üç başlık altında toplanabilir: Doğal Tarım, Permakültür, Agroekoloji/Ekolojik tarım.
Doğal tarım
Doğayla iç içe yaşamanın, doğal yaşamın yollarını aramaya başladığım ilk anda karşıma “doğal tarım/doğal yaşam” ve bu ekolün duayeni Masanobu Fukuoka çıktı. Fukuoka’nın Doğal Tarımın Yolu ve Ekin Sapı Devrimi adlı eserleri benim için gerçekten ufuk açıcıydı. Çağa şahitliğimin artık isyan noktasına denk düştüğü bir zamanda modern çağı “yeteneksizleştirici uzmanlıklar çağı” olarak niteleyen Fukuoka’nın hayat felsefesi tam da aradığım şeydi doğrusu. Doğaya hükmetme kibrinden uzak, doğayla uyumlu, hayatın tamamına yayılmış bir esenlik yurdu kurmanın pratik yolunu gösteriyordu Fukuoka. “Do Nothing Farming” olarak İngilizceye çevrilen ve terimleşen bu metot “Hiçbir Şey Yapma” olarak Türkçemizde karşılığını bulmuştur.
Doğal besin (=ilaç) yetiştirme işini bırakıp insanları sentetik gıda üreticisi durumuna azleden imalat endüstrisi, girdi masraflarını artırarak tarımsal faaliyeti içinden çıkılmaz girift bir hale sokmuştur. Amerika’da 2000-2800 dönümlük arazilerde üretim yapan çiftçilerin net gelirinin Japonya’da 12-20 dönümlük arazide üretim yapan çiftçilerden daha az olduğu örneğini vererek Fukuoka, endüstriyel/bilimsel tarımın yüksek verimli olduğu iddiasını çürütmektedir. Girdi çıktı hesabı yapılmadan sadece ürün çıktısına odaklanarak yapılan hesapların ne kadar yanlış olduğu apaçık ortadadır. Fukuoka’ya göre makineleşme ve fosil yakıt tüketiminin artması neticesinde endüstriyel tarımda elde edilen verim son derece düşüktür. ‘Ne yersen osun’ sözü gereğince sentetik gıdaya maruz kalan insanın doğallıktan, doğruluktan ve doğadan da uzaklaştığına dikkat çeken Fukuoka eserlerinde insanın acilen kendi özüne, kendi doğal ortamına, doğayla uyumlu yaşama dönmesi gerektiğini sıkça vurgulamıştır.
Halihazırda uygulanmakta olan bilim temelli tarımsal paradigmalara karşı hem felsefi hem de pratik anlamda itirazlarını dile getiren Fukuoka, yapılan yanlışların yerini nasıl ikame edeceğimize ilişkin önerilerini cömertçe çevresiyle paylaşmıştır. Fukuoka’ya göre genel anlamda doğal tarımın dört ilkesi vardır: toprak işleme yok, suni gübre yok, yabani ot mücadelesi yok, tarım ilaçları yok. İşin hem doğasına ilişkin anlatımlarıyla doğal yaşam felsefesini bulduğumuz hem de uygulamaya ilişkin basit ve masrafsız uygulanabilecek metotlarla yeni ve doğal bir yaşamın mümkünlüğünü gördüğümüz Fukuoka tarzı tarımla yeni bir dünya inşa etmenin sürurunu yaşayabiliriz. Bu minvalde Fukuoka’nın eserleri sanırım doğa ve doğal yaşam severlerin okuyup istifade edecekleri kitap önerileri içinde liste başı olarak kolaylıkla söylenebilir.
Permakültür
Doğayla iç içe yaşayan, gerçek bir doğa dostu olan Bill Mollison iyi bir gözlemci olması nedeniyle Dünya’nın kötü gidişatını çabuk fark etmiş; önce bu yanlışın sorumlusu olan siyasal ve endüstriyel sistemlere başkaldırıp protesto eylemlerine katılmış ama zamanla bu protestolarla sonuç alınamayacağını görüp kendince bir yol bulmuş, fikir ortağı David Holmgren ile “permakültür” kavramını literatüre kazandırmıştır. Permakültür kavramıyla Mollison ve Holmgren; mimariyi, biyolojiyi, tarımı, hayvancılığı ve ormancılığı bir araya getirmiş, holistik bir yaşam modeli ortaya koymuşlardır. Mollison ve Holmgren’in bu girişimi parçacıklı bilim anlayışının ürünü olan meslek erbaplarının pek hoşuna gitmemiştir. Tarımın mevcut uygulanış şeklinden hoşnut olmayan, daha doğal ve ekolojik bir tarım özlemi duyan çiftçiler Mollison’ın çabalarına dikkat kesilmişlerdir. Mollison ve Holmgren’ın açtığı bu yolda permakültüre gönül veren pek çok insan bulunmaktadır: Geoff Lawton, Toby Hemenway, Sepp Holzer, Andrew Millison, Charles Dowding ilk akla gelenlerden…
“Kalıcı kültür”, “kalıcı tarım” anlamlarına gelen permakültür, sürdürülebilir bir yaşam modeli oluşturmaya yönelik bir tasarım sistemidir. Bu tasarım sisteminde amaç insanın kendi ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması; doğa-dostu, sürdürülebilir bir ekolojik yaşam döngüsü kurmasıdır. Doğaya rağmen değil, doğayla birlikte, doğayla uyumlu hareket etmesidir. Bu uyumu sağlayabilmek için insanın ilk yapması gereken şey, doğa üzerindeki “hâkimiyet” fikrinden vazgeçmesidir. İnsanoğlu dünya üzerindeki milyonlarca türden sadece biridir ne iddia edildiği gibi dünyanın ne de evrenin hâkimidir.
Ekonomi derslerinde ilk olarak ekonominin sınırsız ihtiyaçlarla kıt kaynaklar arasında oluşturulan denge bilimi olduğu öğretilmektedir. Neden kaynaklar sınırlı ve ihtiyaçlar sınırsızdır? İsraf edilen gıdalarla tüm dünyanın doyurulabileceği istatistikî bilgiler ortadayken bu panik hali neden? Kurtuluşun tarifi birtakım şeyleri kökten değiştirmekle gerçekleşecektir. Dünyayı bu hale getiren hâkim düşünce biçiminin aygıtlarıyla bu kötü halden kurtulma imkân ve ihtimali yoktur. Bu Einstein’ın deyimiyle deliliktir. Aynı fasit daire içinde bir şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuç beklemek akıntıya karşı boşa kürek çekmektir.
Mollison Permakültüre Giriş adlı kitabında, enerji tüketimini nasıl azaltabileceğimize ilişkin öneriler sunmakta ve şu an harcadığımız enerjinin yüzde kırkıyla hayatlarımızı çok güzel idame ettirebileceğimizi iddia etmektedir. İki arabalı bir köpekli ve bahçeli bir evde iki bin Afrikalının yaşadığı bir köyden daha fazla enerji ve kaynak tüketilmektedir. Evlerimize aldığımız market ürünlerinin üçte biri çöpe gitmekte, geri dönüştürülemeyen atıklarla dünyamız gitgide daha da kirlenmektedir. Evlerdeki ekmek ve yemek israfları ise hem madden hem de manen insanoğlunun çöküşünün bir başka acı yönüne işaret etmektedir. Ayrıca sadece göz zevkini tatmin için kamuya ait alanların işlevsel olmayan çim ve bitkilerle kaplanması, bunların fazlaca bakım ve sulama gerektirmesi gibi durumlar da hesapsız, sorumsuz toplumsal yaşamın bir başka tezahürüdür. Bu hususta çocukluğu ve gençliği bahçe işlerinde geçmiş genç bir adamın Guerilla Gardening adıyla yaşadığı şehirde yaptıklarını anlattığı TEDx konuşması oldukça manidardır. İhmal edilen kamuya ait alanları faydalı ve işlevsel bitkilerle donatan Richard Reynolds örnek çalışmalarıyla bize şehir peyzajında tonlarca su yutmaktan başka işlevi olmayan çimler yerine yeni ve daha işlevsel fikirler kazandırabilir.
Enerji konusunda tavsiyeleri arasında Mollison özel araç yerine toplu taşımayı ya da ‘car pooling’i (arkadaşlarla ortak ve dönüşümlü araç kullanmayı); evlerimizde kullandığımız gri su adı verilen suyun geri kazanılmasını; su, güneş ve rüzgâr enerjisinden enerji hasadı yapabilecek bir ev tasarlamamızı tavsiye etmektedir. Bu savlarıyla Mollison insanın o eski “üretken insan” modeline döneceğini ve sürdürülebilir bir yaşam modeliyle çağın problemlerini azaltmada ve çözmede aktif rol alabileceğini belirtmektedir.
Permakültür, insan, doğa ve sürdürülebilir yaşam üzerine kurulu ekolojik denge kurmayı ve kaynakların adil, hakkaniyetli kullanımını öngörmektedir. Permakültürün aksine endüstriyel tarım yenilenemeyen enerji tüketimine dayalı olması nedeniyle Dünya kaynaklarının, girdi masraflarının fazlalığı nedeniyle de çiftçilerin maddi kazançlarının hızla tükenmesine sebep olmaktadır. Endüstriyel tarım, kullandığı metot ve malzemelerle çevreye, insana ve toprağa zarar vermekte tüm canlıların hayatını tehlikeye atmaktadır. Bill Mollison’ın işaret ettiği gibi iyi tasarlanmış bir yaşam alanı kurarsak, sistemin ihtiyaçlarını kendi içinde karşılama yoluna gidersek ne enerji, güç israfı, kirlilik ne de insan hayatındaki hastalık oranları bu denli yüksek olacaktır. Hemen burnumuzun dibinde değerlendirilmeyi bekleyen bedava enerji kaynakları mevcuttur. Yenilenebilir enerjiye dayalı ve sürdürülebilir yaşam modeli ihdas ederek insanın doğaya teslim olması, kendini akışa bırakması hem kendisi hem de tüm canlılar için en ideal ve en kolay yaşama biçimidir.
Bir arada yaşama becerisi geliştirecek şekilde, eko sistem içinde yer alan tüm öğeleri birbirleriyle iş birliği içinde tasarlamak o özlenen güzel, temiz ve sağlıklı dünyanın mevcudiyetini mümkün kılacaktır. Bunu başarabildiğimiz takdirde tüm canlılar için güzel şeyler yapmış olacağız. Böylelikle Dünya’da rekabet değil iş birliği, kaos değil ahenk, kirlilik değil güzellik, hastalık değil sağlık neşvünema bulacaktır. Bu ideal yaşam alanının nasıl ihdas edilebileceğine, permakültür ilkelerinin nasıl sabırla hayata geçirilebileceğine ilişkin harika bir belgesel tavsiyem var: “The Biggest Little Farm”
Permakültür de aynı doğal tarımda Fukuoka’nın salık verdiği gibi okullarda okutulan ayrıştırıcı bilgi yerine birleştirici bilgi ve tecrübe birikimini öngörür. O yüzden permakültür ilkelerine göre yaşam alanı tasarlamak isteyenlerin bu işi yaparken bütünlükçü bir bakış açısı geliştirmeleri, her öğeyi birbiriyle ilintili olacak şekilde en az enerjiyle en büyük verimi alacak şekilde konuşlandırmaları gerekmektedir. Bu minvalde permakültür ilkeleri genel ve özel ilkeler olmak üzere iki yönden ele alınabilir. Genel ilkeler permakültür yapmak isteyen herkesin her yerde uygulayabileceği ilkelerdir. Özel ilkeler ise coğrafi konum, yerel iklim ve yöresel niteliklere dayalı ilkelerdir. Genel ilkelerden en bariz olanları şunlardır: Her öğe birbirine hizmet edecek şekilde, girintili ve doğal şekiller kullanılarak birbirine bağlantılı olacak şekilde tasarıma yerleştirilir. Birden çok işlevi olacak şekilde her öğeden istifade amaçlanır. Verimli arazi ve zengin toprak için bitki ardıllığı kullanılır. Geri dönüşüm işleminden son derece fazla yararlanılır. Doğada çöp yoktur ve tüm öğeler ömrü vefa edince başka şeye dönüşür. Permakültür tasarımcıları, biyomimikri ile doğadaki genel işleyişi kendi tasarım alanlarında uygulamaya çalışır.
Doğanın kucağında yaşayan biz insanoğlu içine doğduğumuz bu ahenkli ortamın, kendi kendini besleyen, büyüten ve dönüştüren bu harikulade sürdürülebilir döngünün sevimli birer taklitçisi olmak zorundayız. Sistem içinde her öğeyi birbiriyle ilintili bir pozisyona yerleştirmezsek hem iş gücü hem de kirlilik artar. Permakültürde mıntıka planlaması öğeleri ne sıklıkla kullandığımıza bağlı olarak yapılır. Mesela sera, tavuk kümesi, bostan ya da sebze bahçesi eve yakın yere konuşlandırılır. Mıntıkalar kullanım sıklığına göre yaşam alanının merkezi olan evin etrafına yerleştirilir. İnsan gücü ve enerji kullanımını en aza indirmek adına en sık kullanılan alanlar en yakına, en az kullanılanlar en uzağa olmak üzere tasarım yapılır.
Permakültür ilkeleri gereğince doğal ve biyolojik enerji kaynaklarının kullanabilmesine yönelik tasarım yapılması tavsiye edilir. Rüzgâr, su/yağmur, güneş, ormanlık alan en büyük enerji kaynaklarıdır. Biyolojik enerji kaynakları olarak polenleri yayan ve bitki özü toplayan arılar, çalıçit yapımında dikenli bitkiler, yabani ot gelişimini baskılayan alelopatik bitkiler, hayvanları ve çiftliği koruyan köpekler biyolojik enerji kaynakları olarak sayılabilir. Rüzgâr gülü, güneş kolektörleri ile enerji üretebilir; yağmur suyu hasadı yapabileceğimiz mimari bir yapıyla su toplama üniteleri oluşturabilir, suyun arazide kalmasının sağlayacak su hendekleri ve göletler inşa edebiliriz. İyi bir planlama ile tüm bunların yapımı son derece basittir ve yenilenebilir enerji kaynağı oluşturması açısından son derece değerlidir. Permakültür tasarımlarında dışa bağımlılığın azaltılması ve hatta tamamen ortadan kaldırılması için, kendi kendine yeten bir yaşam alanı oluşturabilmek ve bunun devamını sağlayabilmek için iyi bir planlama ve yönetim son derece önemlidir.
Permakültür başlangıç için yoğun emek gerektirir gibi gözükse de tek yıllık ürün yetiştiriciliğine, bitmek bilmeyen angarya işlere ve insan emeğine topyekûn bağımlılık gerektiren eski köy sistemlerinden çok farklıdır. Permakültür tasarımcıları bir yaşam alanını en iyi şekilde planlamaya, sınırlı miktarda insan gücü kullanmaya, tedricen verimli çok yıllık bitkilerin yetiştirilmesine, yabani ot kontrolü için malçlamaya, biyolojik kaynakların kullanımına, enerji üreten ve depolayan alternatif teknolojilere ve minimal düzeyde -ya da hiç- makine kullanımına odaklanır.
Çiftlik yaşam alanında her türlü kaynak etkin ve etkili bir biçimde kullanılır. Enerji dönüşümü sağlanır. Mutfak atıkları kompost olarak geri dönüştürülür, hayvan gübreleri biyogaz üretiminde ya da doğal gübre olarak kullanılır, evdeki gri su bahçe sulamada değerlendirilir, yeşil bitkiler gübre olarak toprağa bırakılır, yapraklar malç olarak kullanılır ya da doğal haline bırakılarak toprak katmanlarının ve içeriğinin zenginleşmesinde kullanılır. Tüm bu döngüler doğada kendiliğinden ve insan eli değmeden zaten yapılagelen şeylerdir. Bize düşen doğaya müdahil olmaya çalışmak yerine sadece doğayı taklit etmeye gayret göstermemizdir.
Endüstriyel/konvansiyonel tarımda kimyasal gübre, pestisit, zirai ilaç adı altında kullanılan kimyasallar toprağa, canlı hayatına ve çevreye zarar veren zehirlerdir. Tüm bu uygulamaları basit yöntemlerle değiştirmek mümkündür. Permakültürde monokültür yerine polikültür yani tek tip ürün yerine olabildiğince çok ürün çeşitliliğine dayalı tarımsal faaliyet yapılması esastır. Dönümlerce araziye tek bir ürün ekildiğinde bu alanların o ürünü seven canlıların iştahını kabartacağı, bu organizmaların o bölgeye akın edeceği beklenen bir şeydir. Bu şekilde yoğun ekim alanlarına yönelen canlılarla baş edilmesi elbette ki zor olacaktır. Oysa az bir alana ekilen ürünler o ürünü seven az miktarda canlıyı cezbedecek bu az miktarda canlının ürüne zarar vermesi gerek uğur böcekleri gerekse diğer canlılar tarafından kontrol altına alınacaktır. Ayrıca tarla ya da bahçe kenarlarına ekilen dereotu, rezene, papatya, kadife çiçeği gibi şemsiye biçimli, çok parçalı bitkiler; bitkilere zarar veren böcekleri yiyerek beslenen avcı böcekler; bahçeye konuşlandırılan göletteki kurbağalar zirai faaliyette zararlılarla mücadelede son derece basit ve etkili çözümler olacaktır.
Monokültür tarımda risk ve kazanç kaybı daha çok görülmektedir. Monokültürel sistemdeki verimin permakültür sistemindekinden göreceli fazlalığı aldatıcıdır. Dönüm başına alınan rekolte yüksek de olsa iyi bir hesaplama yapıldığında girdi/çıktı dengesi ortaya konduğunda polikültür üretimin hem maliyetinin az hem de kazancın fazla olduğu görülebilmektedir. Bir dönüm sebze bahçesinin bir yıl boyunca verdiği sebze; permakültür ya da doğal tarımda alınan ürünlerin (sebzelerin, yemişlerin, meyvelerin, yağ ürünlerinin, kerestenin, kümes hayvanlarının, yakacak odunun, balığın, arı ürünlerinin, kök ürünlerin ve hayvansal proteinin oluşturduğu toplam ürünün) yanında çok önemsiz kalmaktadır. Permakültür ilkeleri doğrultusunda tasarlanmış yaşam alanı; sürdürülebilir bir yaşamın ihdas ve idamesi adına bir ailenin tüm gıda ihtiyacını mevcut meyve, sebze, protein ve minerallerle karşılayabilmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca tüm gelirini tek tip bir ürüne dayandırması olası risk durumlarının ürün kaybı ile neticelenmesi durumunda aileyi dar boğaza sokmaktadır. Kazancını tek tip yerine çok ürüne dayalı kılmak aile geçimini garanti altına almak bakımından da son derece önemlidir. Ürün getirisi tüm zamana yayıldığı takdirde ailenin her mevsim rantable bir ürün kaynağı olacaktır. Farklı ekim-dikim ve hasat zamanı olan polikültürel toprak uğraşı ihtiyaç duyulan insan gücünü bir yıla yayarak bu anlamda da tasarruf sağlayacaktır.
Permakültür ilkeleri doğrultusunda organik gübre takviyesinin yanı sıra toprağı zenginleştirmenin bir başka yolu da toprağa azot zengini baklagil bitkiler ekmek ve baklagil ağaçlar dikmektir. Toprağı zenginleştirmek için baklagil ya da baklagil ağaç düşünürken permakültürün çok fonksiyonluluk ilkesi gereğince Sibirya bezelye çalısı ya da tagasaste ekerseniz toprağı sadece güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda bu bitkilerden rüzgârkıran, tohumuyla tavuk yemi, yapraklarıyla büyükbaş hayvan yemi olarak da faydalanabilirsiniz.
Permakültür ilkeleri insan ve çevre odaklıdır. Permakültür yoğun enerji ve sermaye değil sadece yoğun bilgi gerektirir. Fiziksel kaynaklarımız kadar hatta daha da fazla şahsi bilgi, birikim ve becerilerimizi kullanmayı gerektirir. Etrafımızdaki kaynaklar, kullanım şekline göre bizim için avantaj da dezavantaj da olabilir. Mesela deniz tarafından esen sürekli bir rüzgâr bahçemizde gelişmekte olan ürünler için bir dezavantaj gibi gözükebilir ancak bir rüzgâr değirmeni yaparak bu durumu avantajlı duruma dönüştürebiliriz. Sahip olduklarımızı en etkili biçimde kullanmak, kendi kendine yetebilmek adına permakültür ilkeleri gerçekten “hayat kurtarıcı” niteliktedir.
Çiftlik yaşam alanında tarım, hayvancılık, arıcılık gibi çok çeşitli uğraşlara imkân verilmesi, yaban hayatın canlılarını çekecek ortamlar oluşturulması, çiftlik işlerinin sürdürülebilir bir faaliyet alanına dönüştürülmesi son derece önemli ve gereklidir. Çiftliğinizde hayvanların gübresini kullanarak, organik atıkları kompost gübreye çevirerek, toprağınızı dışarıdan hiçbir desteğe ihtiyaç duymadan işleyebilirsiniz. Ekstra harcama yapmadan ve en önemlisi kimyasal gübre, pestisit, tarım ilacı vb adlar altında zehirler kullanmadan sağlıklı ürünler yetiştirebilirsiniz. Bu sağlıklı ürün yetiştirmeye dayalı ziraî uğraşla hem toprağın hem yeraltı ve yerüstü canlılarının sağlık ve canlılığına katkıda bulunabilir, doğadaki tüm canlıların yaşam alanlarına zarar vermeden çevre dostu insanlar olarak huzurla yaşayabilirsiniz.
Doğal tarımla permakültürün pek çok noktada birbiriyle örtüştüğü ortadadır. Permakültürün kurucularından Bill Mollison da doğal tarımın kurucusu Masanobu Fukuoka’yla dirsek teması içinde olmuştur. Modern konvansiyonel tarımın yıllardır hoyratça kullanıp fakirleştirdiği topraklarda ve zehirlediği zirai alanlarda Fukuoka’nın doğal tarımını hemen uygulayabilmenin zorluğu ortadır. Bu yüzden permakültür doğal tarıma geçişte istifade edilecek bir ara yol olarak da düşünülebilir. Özellikle girdi masraflarını sıfırlamak, zirai teknoloji ve makineleşmeye bağımlılığı sona erdirmek dolayısıyla tarımsal etkinliği “sürdürülebilir” kılmak için Fukuoka’nın doğal tarımını en doğru metot olarak düşünenler açısından permakültür, doğal tarıma geçiş sürecinde en etkili, en ideal tasarım sistemi olarak değerlendirilebilir.
Agroekoloji
İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarının başında gelen beslenme şu yaşadığımız çağda artık bir ‘mesele’ haline dönüşmüştür. Aristo “gıda ilaçtır” demiş ama artık değil! Hatta endüstriyel çarkın bir çıktısı ticari bir meta olarak karşımıza çıkan gıda, para kazanma yolunda sağlık ve besleyicilik değerini göz ardı edilerek, piyasa şartlarının olumsuzluklarına dayanabilmesi için katkı maddesi ve koruyucularla raf ömrünü uzatmak adına kimyasallara ve zehirli maddelere maruz bırakılarak adeta bir zehre dönüşmüştür.
Daha büyük bir perspektiften bakıldığında ise gıda meselesi toprakların gaspı, tüketici alışkanlıkları, kentlerin örgütlenmesi, göç, sanayileşme, sosyal paylaşım ve adalet gibi pek çok konuya uzanan birbiriyle iç içe geçmiş bir süreci ifade etmektedir. Kâr maksimizasyonu mantığıyla işleyen şirketler birçok ülkede toprak gaspı olarak ifade edilen süreçlerle yerli halkların kadim topraklarına el koymaktadır. 2015’te Tunus’tayken teknolojik göz boyama ve kandırmacalarla ülke halkının topraklarının nasıl gasp edildiğine Berberi rehberimizin dilinden şahit olmuştum. Bu Yeşil Devrim adı altında bir kandırmacayla dünyanın pek çok yerinde vuku bulmuş esef verici bir olaydır. Sadece toprak gaspıyla da sınırlı kalmamış pek çok çiftçinin intiharla hayatına son vermesine dahi sebep olmuştur. Sürdürülebilir eski tarz tarım yapma metotlarıyla iaşesini çıkaran insanlar “daha fazla kazanma” aldatmacasıyla hibrit tohum, zirai makineleşme ve kimyasallarla yüksek girdili ve sürdürülemez nitelikli modern tarıma kurban edilmişlerdir. Tohum adlı belgeselde konuya ilişkin gerçekler tüm çıplaklığıyla verilmektedir. Belgeselde, sadece Hindistan’da sürdürülebilir kadim tarım tekniklerini bırakarak endüstriyel tarıma geçerek ekonomik dar boğaza giren 270 000 kişinin intihar ettiği anlatılmaktadır. Belgeselin sonunda on bin yıl öncesinin tarımına dönmemiz gerektiği veciz bir şekilde vurgulanmaktadır.
Toprak gaspının ardından biyoçeşitliliğin sonunu getirecek olan tohum sertifikasyonuyla Dünya’nın kadim mirası yerel ve atalık tohumlar yasaklanmakta, çiftçiler monokültürel tarıma mecbur bırakılmaktadır. Toprakları ve tohumları gasp edilen çiftçiler ya tarım işçisi köleler olarak kendi yaşam alanlarında hayatta kalmaya çalışmakta ya da başka yerleşim alanlarına göçerek hayatlarını idame ettirmenin yollarını aramaktadırlar.
İklim krizinin temel sebeplerinden biri gıda üretim-dağıtım-tüketimini elinde tutan endüstriyel küresel şirketler sistemidir. Endüstriyel vasfıyla gıda artık bir hegemonyaya dönüşmüştür. Bu meşum sistemin bir parçası olan endüstriyel hayvancılığın da kuş gribi, domuz gribi, Covid 19 gibi tehlikeli virüslerin ortaya çıkış ve yayılışında etkili olduğu bilinmektedir. Tüm bu olumsuzlukların kaynağı olarak karşımızda duran insanın ve tüm canlılarla beraber doğanın sağlığını ve bekasını tehdit eden endüstriyel tarım, aslında iddia edildiği gibi çok para kazanma imkânı da sunmamaktadır. Endüstriyel tarım verim derken sadece birim alandan alınan ürünün nicel miktarına bakmakta, girdi masraflarını ve ürünün niteliğini göz ardı etmektedir. Bu gibi hususlara ilişkin yapılan araştırmalar mesela polikültürel tarımla elde edilen net kârın monokültürel tarımla elde edilen kârdan daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. Mesela Kuzey Nijerya’da agroekolojik tarımın desteklediği polikültürel tarımın net kârının monokültürel tarıma göre %42-149 oranında daha yüksek olduğu saptanmıştır.
Agroekoloji küresel iklim değişikliğine, çiftçi ve tüketicinin sömürülmesine, açlığa son verme iddiasıyla halihazırdaki endüstriyel tarıma bir reddiye olarak ortaya çıkmış bir metottur. Agro Latin kökenli “tarla, tarım” anlamında, eko Yunan kökenli ev, çevre” anlamında, loji ise Yunan kökenli “bilim” anlamında bir kelimedir. Agroekoloji sadece bir tekniğe indirgenemeyen; permakültür, onarıcı tarım, doğal tarım gibi pek çok yaklaşımı kapsayan bir üst kavram olarak ele alınan bir kavramdır. Küresel şirketlerin desteklediği endüstriyel tarıma ve bu tarımın pahalı girdilerine, zehirli kimyasal kullanımına karşı çıkan, monokültür yerine polikültürel tarımla ürün ve biyoçeşitliliği, ekolojik dengeyi gözeten, toprağı koruyan bir tarımsal faaliyet yaklaşımıdır.
Dünya üzerindeki sorunların temelinde insan faaliyetlerinin yattığı gerçeğinden hareketle agroekoloji doğal dengeyi bulmayı, insanın tarımsal faaliyetlerini sürdürülebilir kılmayı hedefleyen her hareketin hamisi konumundadır. Agroekoloji için bir anlamda “sürdürülebilir tarım sistemleri” diyebiliriz. Doğal süreçlerden yararlanan, biyomimikri ile doğayı taklide dayanan, tüm canlıları göz önünde bulundurarak toprak üzerinde kurduğu ekolojik dengede bileşenleri için etkileşim ve sinerji yaratan herhangi bir ekosistem agroekoloji olarak adlandırılabilir.
Agroekoloji şu prensiplere dayanır: Bitki ve hayvanlarda tür ve genetik çeşitliliğini, tarımsal alanda bitki çeşitliliğini, toprak ve suyu korur; hastalık vb olumsuzluklara karşı doğal kontrol mekanizmaları kullanır, faydalı biyolojik etkileşim ve sinerjiden faydalanır, toprak organik madde miktarını artırır, toprağın biyolojik aktivitesini güçlendirir, organik atık yönetimi ve geri kazanımıyla bitki besin maddelerini yeniden bitkinin kullanımına sunar, yerel bilgi ve kaynakların kullanımına önem verir, sürece bütünlükçü bir bakış açısıyla bakar.
Agroekoloji kavramı ilk kez 1928’de Rus bitki ıslahçısı Basil M. Bensin tarafından kullanılmıştır. 1960’lara kadar sadece bilimsel bir disiplin olarak kalan agroekolojik yaklaşımda verimlilik baz alınmış, tarımsal sistemlerin ekolojik gereksinimleri üzerine araştırmalar yapılmıştır. Agroekoloji tarımsal bir uygulama olarak günümüzdeki anlamıyla 1980’li yıllarda öne çıkmış, 1990’lı yıllarda ise agroekolojik harekete dönüşerek gelişmiş, kurumsallaşmış ve yaygınlık kazanmıştır. Ülkemizde de Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde bu adla bir kürsü varken ne hikmetse(!) 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu kürsü kaldırılmıştır.
Agroekolojiye ilişkin daha detaylı bilgi sahibi olmak için mevcut tarımsal faaliyetin seyrini bilmek faydalı olacaktır. Bu amaçla Soner Yalçın’ın Saklı Seçilmişler’i özellikle “Yeşil Devrim’e” özel yer vermesi, sermaye babalarının güdümünde tarımsal faaliyetin nasıl manipüle edildiğini ve çıkar uğruna bilimin kötü emellere nasıl alet edildiğini göstermesi bakımından öne çıkan bir eserdir. Ayrıca gıda meselesini nasıl gıda terörüne dönüştürdüklerini, dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirdiklerini görebileceğiniz bu eser ile Agroekoloji konusunda ileri okuma yapmak için özel tavsiyem Agroekoloji: Bir Başka Tarım Mümkün tarımsal gerçekliğe ilişkin aradığınızı bulmanıza vesile olacaktır.
İster permakültür, doğal tarım ister onarıcı tarım adı ne olursa olsun Dünya’nın ve içindeki tüm canlıların varlığını ve sağlığını önceleyen her türlü tarımsal uğraş alanı önemlidir, değerlidir. Yola yeni çıkanlar için bu tür yaklaşımları adlandırmak, yöntem ve teknikleri sınıflandırmak elbette ki faydalıdır. İşin künhüne vakıf olanlar, işin felsefî boyutunu içselleştirebilenler için taksonomik çabalara düçar olmadan doğal akışa, doğaya teslim olmak yeterli olacaktır. Güzel günlere, güzel uğraşlarla, hep birlikte ulaşmak dileğiyle…