“we don’t need no education
we don’t need no thought control”
(Arka planda Pink Floyd “The Wall” dinleyerek bu yazıyı okumanız tavsiye olunur.)
Ülkemizde eğitim kavramı terbiye kavramının yerine kullanılagelmektedir. 1930’lu yıllarda ortaya çıkan Türkçeyi arılaştırma çabalarının neticesinde, “Ağaç yaşken eğilir” atasözündeki eğilmek fiilinin taşıdığı anlamdan hareket edilerek eğitim kelimesi yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.
Altı körün fili tarife kalkışması gibi herkes kendi tecrübeleriyle, çalışma ve ilgi alanlarıyla bağlantılı bir şekilde, kendi bakış ve görüş açısıyla ve bu açının çapı kadar eğitimi tanımlamış ve o tanım üzerinden eğitime katkı sağlamaya çalışmıştır. Eğitim; bazıları için hayata hazırlayıcı bir süreç olarak yorumlanmış, bazıları için de hayatın bizatihi kendisi olmuştur. Eğitimin doğal bir yaşam süreci olduğuna inanarak, Peygamber Efendimizin de buyurduğu gibi beşikten mezara kadar yani tüm yaşam sürecimizin, tüm yaşam serüvenimizin eğitim olduğu kanaatini taşıyorum. O yüzden Gazâli’nin eğitim anlayışını oldukça yalın ve manidar bulurum. Gazâli eğitimi, ekinin dikenler ve yabancı otlardan temizlenmesi olarak ele alır. Eğitim; ekinin diken ve zararlı otlardan temizlenmesi gibi insanın da kötü ortamlardan uzak tutularak tabii gelişimine fırsat verilmesi, doğal gelişim ortamı hazırlanması işidir. Aslolan, her şeyin doğal seyrinde büyümesine gelişmesine imkan sağlamaktır. O yüzden, içinde bulunduğumuz çevreyi yaşanabilir kılma çabasının önemine inanırım. Kendi içimizde başlattığımız/başlatacağımız doğruyu bulma, çevreyi güzelleştirme ve iyileştirme çabasını adım adım, halka halka etrafımıza yaymak zorundayız. Şöyle bir etrafı gözlemlemekle başlayalım…
Zincirleri kırmak kolay da
Peki ya önyargıları, yerleşik düşünceleri, emperyal tohumları?
Yaşadığımız dünyaya dair, insanlara, insanlığa dair mevcut durumu resmedince felaket tellalı olmakla suçlanabiliriz kolayca. Oysa insan yaratılmadan önce Allah, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım buyurduğunda melekler “orada bozgunculuk yapacak kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demişlerdi. Habil ile Kabil’den bu yana iyiler ile kötüler aynı mekanı paylaşıyor; bazen sulh ile bazen de savaşarak! Bazen de içimizdeki savaş, irade sahibi olmanın verdiği o ağır yükle, kendi içimizde yaşadığımız o savaş, belki de yaşadığımız en büyük cehd o! Ölüm meleğine boyun eğmeden, esaretinden kurtulamayacağımız bir muhasara! İçimizi dışımızı öylesine derin pençelerle kuşatan bir muhasara ki bu; ellerine ayaklarına prangalar, zincirler vurulurken kükreyen, dağı taşı inleten yiğitleri, acar cengaverleri usulca, gafilce avuçlarına düşürebilmekte, zihinlerdeki esaret zincirlerini kırmak şöyle dursun o esaret zincirlerini görmekten dahi onu aciz bırakmaktadır. Çoğumuz neyin pençesine düştüğümüzün farkında olmadan âcizane uyuyoruz, rahat döşeklerimizde kimimiz mışıl mışıl, kimimiz horul horul uyuyoruz.
Bir 15 Temmuz gerçeğini yaşadıktan sonra hayatı anlamlandırma çabamın bir kat daha arttığını, derinlik kazandığını hissediyorum. O tarihe kadar, hayatta anlamlandıramadığım, yok artık dediğim, komple teorisi deyip geçiştirdiğim onca bağı bir kez daha zihnimden geçiriyorum. Şimdi taşlar tam yerine oturuyor. Gadamer’in de işaret ettiği gibi zaman içinde olgunlaşarak anlamak, anlamaya çalışmak, anlamlandırma çabamızı şahlandırmak gerekiyor. İlk okuduğumda hayretler içinde kaldığım bazı meseleleri şimdi daha iyi anlıyorum. Medrese açılacağını duyan ulemanın “haydi buyrun ilmin cenaze namazına” deyişini. “İlim kutsal bir inektir”in neye tekabül ettiğini… Francis Bacon’ın “bilgi güçtür” demesinin ne anlamlara gebe olduğunu… Pink Floyd’un “we don’t need no education” derken ne kadar manidar olduğunu, John Taylor Gatto’nun “ Eğitim! Bir Kitle İmha Silahı” derken, Ivan Illich “Okulsuz Toplum”u sunarken neyi kast ettiğini… O derin uykudan uyanmaya başlamak gerekiyor ilk önce…
Hâla akletmiyor musunuz?
Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Düşünmüyor musunuz?
Kur’an’da defalarca yer alan bu ayeti kerimeler düşünmenin, tefekkür etmenin önemine işaret etmekle birlikte yeryüzünde bozgunculuk yapan, kan akıtan, Allah’ın halifesi makamında yeryüzüne gönderilen insanoğlunun bir başka vasfını daha gözler önüne seriyor… Akletmiyoruz. Aklımızı hayırlara, güzelliklere, iyiliklere açmıyoruz. Bu kapasiteyi haiz iken yapmıyoruz, tefekkür etmiyoruz. İnsanlığın yararına bir şeyler yapma çabamız bin yıl önce uykuya yatırılmış. Horul horul uyuyoruz İsmail Hakkı Aydın’ın tabiriyle! Miskin miskin bekliyoruz. Birileri bir şeyler bulsun da biz de faydalanalım, “aa bu Kur’an’da vardı” diyelim. Var olanı bilme, bulma çabası bile yok. Nerede kaldı keşif yapmak, icat çıkarmak…
Bize hem bu dünyamız hem de ahiretimiz için yol gösterecek, rehberlik edecek Kutsal Kitabı’mızı bilmiyoruz, okumuyoruz, anlama ve yaşama gayreti göstermiyoruz. Hep bir hazırcılık konforu içinde, modern dünyanın, yalan dünyanın oyun ve eğlencesine kapılıyoruz. Dünyanın elinde evirip çevirdiği bir oyuncağa dönüşüyoruz. Oysa peygamber efendimiz “insanların en hayırlısı insanlığa en faydalı olandır” buyurmuştur. İnsanlık için bir şeyler yapma çabamız var mı? Varsa hangi değerlerle ölçülüyor ve ne kadar?
Yanlış giden bir şeyler var…
Yanlış giden çok şeyler var…
Uyuşmuş beyinlerimizi kafatasımızda süs gibi taşıyoruz. Neredeyse sonsuza yakın bir kapasiteye sahip olan beynimizi kul-lan-ma-dı-ğı-mı-zı haykırırken beyin nöroloğu İ. Hakkı Aydın isyan ediyor! İsyanına katılmamak elde değil! Biz ne zaman, ne ara bu hale dönüştük? Dünyaya istikamet veren, hükmeden biz Asr-ı Saadet’in torunları neden kendi duvarlarımızın içine hapsettik kendimizi? Bu tembel ruh, bu uyuşuk beden nereden tevarüs etti bize? Bir şeyler yanlış gidiyor. Modern bilimin, modern bilginin gücüne inandırıldık ve şimdi o kutsanan bilgi birer sömürü aracı olmuş mahvımızı hazırlıyor.
Akıl mı zeka mı?
Yoksa tefekkuh mu?
Einstein’a sen çok zekisin dediklerinde o da “Hayır ben çok zeki değilim, bende bitmek tükenmek bilmeyen bir merak duygusu var” diyor. Kabul etmiyorlar, “O zaman sana ilham geliyor, Tanrı yardım ediyor” diyorlar. Einstein da “Başarı yüzde doksan dokuz terdir, yüzde bir ilhamdır” diyor. “Peki o ilham nasıl bir şeydir?” diye sorduklarında “Çalışıp gayret gösterenlere Tanrı’nın yardımıdır” diyor. İmam Gazâli de; zâhirî ilimlerin en üst makamında bir pozisyondayken kendini on yıl süren çölde münzevi yaşantıya acaba aynı saikle mi sürükledi? Tanrı’nın ilhamını mı aramaya gitti? Görünenin ardında görünmeyeni, zahirin ardında batını arama çabası mıydı bu? Görünenin arkasında eksik kalanı mı tamamlamaya gitti? Ya da kim bilir rahleyle rıhleyi mi birleştirmeye?
Akıl çağı gerçekten âkil mi?
İlk insanlar, ilk önce tarım devrimi ile yerleşik hayata geçerek toprak sahibi oldu. Hayata tutunma, sükun bulma, eman bulma arayışı “sahip” olma duygusuyla tutkuya dönüşünce, sahip olduğu toprak kadar hükmü geçti dünyaya. Derebeylik, aristokrasi derken sanayi devrimi oldu. Bu sefer toprağın değil makinenin endüstrinin sahibi olmak geçer akçe oldu dünyaya hükmetmede. Makineyi buldu, buharlı gemileri yaptı, deniş aşırı ülkelere, okyanus aşırı ülkelere o meşum eli dokundu. Elan bu gün de bilgi sahibi, data/veri sahibi olmak çağın en büyük putu haline dönüşmüş durumda. Bilimin nasıl bir modern puta dönüştüğünü anlamadan çağı anlamak mümkün mü?
Cogito Ergo Sum/Düşünüyorum öyleyse varım (?)
Rönesansla birlikte neşvü nema bulan bilimsel paradigma ile dünyaya metafizik gözüyle bakan görüş, yerini bilime, bilimsel dünya görüşüne bıraktı. Modern bilim görünene inandı, numeni görüneni bilimin nesnesi kıldı. Dini, metafiziki saf dışı bıraktı. Bilim ruhu değil maddeyi ele aldı. Ruhu inkar edince insanı beşere indirgedi. Materyalist, pozitivist görüş dünyaya hakim oldu. 17. ve 18. yüzyılda yaşanan Aydınlanma dönemi ile “Akıl(!) Çağı” başlamış oldu. Bu çağa hakim olan pozitivist ve indirgemeci bilim anlayışına alternatif olarak yirminci yüzyılın başlarında yeni bir paradigma gelişti. Post modernizm ortaya çıktı. Post modernizm ile birlikte tek doğruya dayalı görüş yerini çoğulcu anlayışa dayalı görüşe bıraktı.
Bilim denen bu muhteris çaba, geldiği şu son nokta ile ne kadar ilerlemiş durumda? M.Ö. 2500’lü yıllarda inşa edilen piramitlerin gizemini çağımızın son derece gelişmiş teknolojisi ile bilimi ile çözemeyen bir anlayış için ilerlemeci vasfını ne kadar kullanabiliriz? Onca ilerlemeye, ilmi ve teknolojik gelişmeye dayalı bilim yapma geleneğimizle geldiğimiz son nokta nedir? Futurist yaklaşımla geleceğe ilişkin öngörüne şahit olduğumuz Harari’ye kulak verelim:
Yeni bir “tür” geliyor.
Geçen sene Davos’ta birtakım gözlemlerde bulunan Cüneyt Zapsu ile yapılan röportajı sanırım pek çok kişi hayretler içinde izlemiştir. Zapsu, Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forum’un siyasi bir şov olmaktan çok öte, dünyaya futurist bir bakışla bakan, olacakları önceden gören, derin düşünce sahibi insanların öngörülerini, savlarını paylaştığı belki de tehlike gelmeden önce son uyarıları yaptığı önemli bir forum. 90’lı yıllarda bu forumda kök hücre konuşuldu, öngörüldü ve 15 sene geçmeden kök hücre gerçekleşti. Yine 90’lı yılların başlarında Bill Gates çıktı bu forumda, ortada daha cep telefonu bile yokken akıllı telefonlardan bahsetti. Şu an beş yaşındaki çocuğun eline varıncaya dek her yer akıllı telefonlarla doldu.
Geçen seneki forumda da Harari çıktı ve insanlık bambaşka bir cinse dönüşecek, dünyayı elit bir grup yönetecek dedi. Hali hazırdaki insanlığın, bağımsız düşünen insan türünün son örnekleri olduğunu ima etti. Yapay zekaya dikkat çekti. Evet çok iddialı bir söz! Bağımsız düşünen insan türünün son nüvesiyiz. Peki bağımsız düşünebilme kabiliyetini haiz bu son dönem insan oğlunun bu yetisi yüzde kaç kaldı acaba? Bağımsız düşündüğümüzü sanıyoruz ama konuştuğumuz dilin hangi empozelerin, hangi tür telkin ve ideolojilerin ürünü olduğunun farkında mıyız? Biz “bizce” konuşmuyoruz, Müslümanca konuşmuyoruz. Hâkim olan dünya görüşünün resmi eğitim kurumlarına nasır bağlamışcasına kaynaşmasıyla, bize empoze edilen dayatmaların kurbanı olmuşuz, ezberci sistemin ezbere konuşan papağanlarına dönüşmüş durumdayız ve bunu bilmiyor/bilemiyor, görmüyor/göremiyoruz. Bilgiyi kuşanmak yerine bilgiyle kuşatılmışız. Hazır bilgi ile, başkasının emeğinin ürünü olan bilgiyi haiz bir şekilde hakikatten ne kadar uzak olduğumuzdan bihaberiz. Üretmeden sadece tüketen, düşünmeden, tefekkür etmeden, usumuzu kullanmadan! Gerek evde okulda gerekse sosyal medyada önümüze dayatılanların gönüllü esirleri olmuş bir vaziyetteyiz.
“Amishler” gibi mi yaşamak gerek?
Yapay zeka konusu herkesin malumu. İnsanların teknolojik ürünlerin esiri olduğu herkesin malumu. Haz ve hız unsuruna boğularak yaşayan insanların hali ortada. En basit bir yere giderken bile yapay zekadan medet umarak navigasyona sarılışımız ortada. Yapay zekanın bizi bizden daha iyi tanıdığına ilişkin iddialar ortada! Gerçek ile sanalın, doğru ile yanlışın ayrımının zor yapıldığı bir “algı çağı” gerçeği ortada. Günlük hayatta telefonda bile değil normal yaşantımızda konuştuğumuz şeylerin kısa bir süre sonra sanal alemde karşımıza çıkması rastlantı mı? Son zamanlarda hakkında konuştuğumuz bir ürünün reklamının otomatik olarak kullandığımız teknolojik cihazlara gelmesiyle kaçımızın tüyleri ürpermedi? Evet biyoteknoloji yapay zekaya dayalı yeni bir endüstriyel devrim kapımızda! Kaçış yok! Amerika’daki Amish’ler gibi yaşamamıza da imkan yok! Peki ne yapacağız? Harari teknolojiyi kullanacağız ama onun bizi kullanmasına izin vermeyeceğiz! diyor. Peki mümkün mü? Ne kadar mümkün?
Tarım devrimi,
Sanayi devrimi,
Biyoteknolojik sanayi devrimi…
Bu sonuncu devrimi de ıskalarsak insanlığın bir alt türü olarak devam edecek dünya serüvenimiz! Bunu yine Homo Sapiens kitabının yazarı akademisyen Harari söylüyor. Bilim ve teknolojinin geldiği son nokta itibariyle artık verilerimiz değil beyinlerimiz “hack”lenmeye başladı. Beyin dalgalarımız biyometrik sensörlerle ölçümlenmeye başlandı. Biyokimyasal süreçlerle beynin ve dolayısıyla da düşüncenin fonksiyonlarına erişim imkanı doğdu. İ. Hakkı Aydın’ın bilim her şeyi açıklamıyor dediği noktaya parmak basıyor Harari burada. Aydın da beynin beş dalga boyutu olduğunu belli frekanslarla beynin çeşitli dalga boyutlarına erişim imkanı ile beynin dış etkenlere kısmen hatta tamamen maruz bırakılmasının söz konusu olduğunu söylüyor. Ama bilimin bunları mesela beynin gama dalga boyutunu açıklamadığını söylüyor. 1930’lu yıllardan beri Amerika’da kullanılan internetin avama sunuluşu neden 90’lı yıllara kadar yapılmadı/yapılamadı? Aydın, Saddam’ın beş bin tane çok iyi yetişmiş Cumhuriyet Muhafızı vardı. Bir gecede onlara ne oldu diye soruyor ve şunları ekliyor: “Eğer aklımızı başımıza toplayıp da konnektomumuzu, nöron yapımızı, düşünce sistemimizi beynin beta modunda bırakmayıp alfa veya teta modunda kapılarını açarsak, cep telefonlarından tutun da cebimizde taşıdığımız kaleme varıncaya kadar nano teknolojik moleküller, nano parçacıklar, nano metrik eşyalar ile bizim şuuraltımıza girip konnektomlarımızı alt üst edip, istediği fikrin beynimizden çıkması, harekete dönüşmesi bugün bilimsel olarak gayet rahatlıkla mümkündür… Beyin on altı ila yirmi beş hertzlik dalga yayarsa, uyuşturucu almış gibi hayal görmeye başlarsınız. Bu nano moleküller, cep telefonlarına icabında uzaktan kumandayla yükseltilerek ölüme dahi götürebilir… Hatta siz farkında olmadan radyo frekansını arttırarak, kişiye yattığı yerde kalp krizi bile geçirtebilirsiniz. Bir de ELF diye bir şey var (Extra Low Frekans) bunları artırarak insanlar uyuşturucu kullanmış gibi oluyor. Mesela büyük salonlarda, büyük kitlelere meditasyon yapılıyor, aslında onlar o aralığa teta dalgalarının aralığında girmişlerdir. Orada o insanlara öyle ELF dalgaları objektivize ediliyor, bombardımana tutuluyorlar ki, insanlar kendisi zaten bir hayal aleminde salınıyor ve intihara kadar gidebiliyor, adam öldürebiliyor ya da istenilen, telkin edilen her şeyi yapabiliyor.”
“Dünyayı medenileştirin”
Bilim ne kadar insanlık yararına kullanılıyor? Bilim dünyayı medenileştiriyor mu? Bilim neyin yararına kullanılıyor?
İlaç endüstrisinin azgın iştahını beslesin diye ihtiyaç olmadığı halde ilaç yazan, ameliyat yapan doktorları anlatan; bir takım sosyal-bilimci akademisyenlere, hazır yazılmış metinleri para karşılığında imzalatıp bilimsel(!) makale diye yayımlayanların varlığını deşifre eden, modern tıbbın karanlık suratına ışık tutan Carl Eliott’a ne demeli?
İlaca mecbur bırakılan hastaların basit bir buğdaysız diet ile sağlıklarına kavuştuklarına şahit olan, yiyecek sektöründe onlarca manipülasyonla zararlı olan bir takım madde ve ürünlerin neden hala piyasalardan çekilemediğine işaret eden Dr. William Davis’e ne dersiniz?
Yüz on yedi yıldır yanmakta olan ampulü duymayan yoktur. Bu sönmeyen ampulü bulan ilmî ve teknolojik gelişme, ne oldu da planlı eskitmeyle, sonsuz çalışan ürünlere kısa ömürler biçmeye başladı?
Yine İ. H. Aydın’ın feveranı; dünyaya hükmeden üst aklın, ürettiği ilaca hastalık uydurmasına ne demeli?
Eğitim ile hem ekonomik hem de siyasi çarkın dönmesine imkan sağlayacak, üretmeyen/sürekli tüketen, düşünmeyen/onaylayan teba yetiştirmeyi hedefleyen kurumsal eğitime açtığı savaşta John Taylor Gatto’ya ne demeli? Yine Gatto’nun bir ülkeyi mahvetmenin yolu olarak kurumsal eğitimle; gençliğin havasız sınıflara, dar koridorlara hapsedilip onlara bir takım şeyler dikte edilmesiyle önce gençliğin ardından da o devletin çöküşüne dair söylediklerine ne demeli? İnsanlığın en mümbit, en faydalı, en üretken çağı gençlik çağının modern(!) bilimin uydurma terimi “ergenlik” ile patolojik bir döneme dönüştürülmeye çalışılmasına, uzatılan çocukluk dönemiyle bir diploma için, sırf meslek sahibi olabilmek adına, gencin hayata geç ve vasıfsız atılmasına ne demeli? Nerede kaldı “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşlar?” Bugün çocuklarımıza öğrettiklerimiz bir iki on yıla varmadan demode olacak, geçerliliğini yitirecek, bazı meslekler artık hiç olmayacak. Peki ne için neden bu eğitim girdabında sürükleniş? İşe yarayıp yaramayacağından emin bile olamadığımız bir mesleğin icrası için belki bir ihtimal yarayacak bir diploma için onca yılı heba etme çabası, daha da kötüsü onca genci aslından, fıtratından uzaklaştırma, kolaylıkla manipüle edilebilir kıvama sokma işi! Neden???
Yetmişli yıllarda kitaplaştırdığı fikirleriyle okulların faydadan çok zarar verdiğini, bireylerin özgür düşünme becerilerini, merak duygularını, öğrenme arzularını öldürdüğünü haykıran Ivan Illich’e ne demeli?
Sürekli bir e-ği-til-me süreci yaşayan biz insanların aldığımız eğitimle fıtrata uygun olan doğal öğrenme sürecinin çatışması sonucu yaşadığımız ruhsal bunalıma işaret eden J. Jacques Rousseau’ya ne demeli?
Bekir Birbiçer’in Beyaz Perde Kara Tahta adlı kitabında The First Grader Film başlığı altında yazdıkları gerçekten tüyler ürperten cinsten:
“Müthiş güçlü, çok zengindiler. Bilimde çığır açtılar, teknolojide ileri gittiler. Gittikleri yere, geri kalmış bölgelere medeniyet(!) götürecek, insanlığın kurtuluşu olacaklardı. Ancak geçtikleri yerde yani dünyanın beşte dördünde sadece yıkım ve enkaz bıraktılar…Eğitim paralı ve ulaşılması çok zordur. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamaya, insan gücünü sömürmeye gelmiş olan İngilizler için ruhu ve bedeni köleleştirilmiş Kenyalının okumaya öğrenmeye yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya ne ihtiyacı vardır. O, batılı efendilerine itaat etmeli, efendilerine ait evlerde, çiftliklerde, tarlalarda, maden ocaklarında efendileri için ömürlerini tüketmeli, savaşlarda İngiliz ordusu için ölmeli veya öldürmeliydi. Yeri geldiğinde de efendisinin cinsel fantezilerine malzeme olmalıydı. Yerli halk içinden yetiştirdikleri, ruhunu şeytana satmış, dışı siyah fakat içi bembeyaz seçkinlerin eğitilmesini yeterli gören İngilizler için sömürgeler asla isyan etme bilincine ulaşmamalıydılar. O yüzden cahil bırakıldılar.”
Tam da burada Aliye İzzetbegoviç’e kulak verelim. Kültürsüz bir medeniyet inşa eden modern batının, ilişkilerini bütünüyle şiddet üzerinden kuran sistemiyle, insanı “alet kullanan varlık”a indirgeyen felsefesiyle okul katliamları yapan nesiller üretmesine şaşmamak gerek!
Teoman Durali’nin Darwin’in evrim teorisini anlatırken ki söyledikleri de dikkate değer. Hümanizma ile insan Tanrı ile olan bağını koparmıştır. İnsan zaten her çağda zulmeden bir varlık olarak günümüze kadar gelmiştir.17.yüzyıldan itibaren Yeniçağ Avrupası ile başlayan sermayecilik bu zulmü perçinlemiş, kurumsallaştırmıştır. Hayvanlar aleminde güçlü olanın güçsüzü ezmesi gibi, hayvanların içgüdüleriyle hareket etmesi gibi hayvanî özellikler bir anlamda insana da atfedilmiştir. İnsanın hayvandan türediği savı ile insanın zulmeden vasfı hayvandan türeyişiyle temellendirilmiş ve asırlardır zulmeden insanın bu hareketi makul bir zemine oturtulmuştur.
Dünyanın resmi bu!
Bu resme bakıp, seyretmekle mi yetineceğiz? Şikayet edip, kısır bir döngüye, bir girdaba mı bırakacağız işlerimizi? Ya da tam da yetiştirildiğimiz gibi sorgulamayı, eleştirmeyi bırakacak, düşünmeyecek, kuzu gibi güdülmek için “başkalarının” işlerini mi kolaylaştıracağız? Ya da ayağa kalkıp gereken devrimi önce kendi içimizde ateşleyip, sonra da Beyaz Zambaklar Ülkesindeki Johan Wilhelm Snelman gibi azimle, umutla en ücra vatan topraklarına kadar götürmenin mücadelesini mi vereceğiz? İnsanlık tarihi Kabil hikayeleri kadar Habil hikayeleriyle de doludur. Yine, J. Taylor Gatto’yu örnek vereyim. Amerika’da onlarca yıl öğretmenlik yaptıktan sonra mevcut eğitim sisteminin yanlışlarını teker teker anlatmış, test kitaplarına, sınav sistemine karşı açtığı savaşı bir anlamda kazanmaya başlamıştır diyebiliriz. Gatto’nun bu amansız mücadelesinin neticesinde Amerika’da birkaç üniversite artık sınavsız öğrenci kabul etmeye başlamıştır. Onun kadar cesur değilsek olduğumuz kadar sesimizi çıkaralım. Eğitimin bugünkü durumunu görelim öncelikle. Eğitimin nasıl özgürlükleri kısıtladığını anlayalım, anlatalım! Kurumsal eğitimin bedenlerini havasız, karanlık sınıflara hapsetmeye ek olarak, öğrencilerin zihinlerini de testlerle, ezberci öğretimle, sınava/sonuca odaklı öğrenme(!) ile esaret altına aldığını, onları nasıl birer köleye, papağana dönüştürdüklerini mutsuz, bezmiş, bıkmış kıldıklarını haykıralım. Bugünkü aldığı şekille eğitim sisteminin, kurumsallaşmış eğitimin, çocukların özgür ruhlarını esir alıp, öldürdüğünü görelim. Öğrencilerin öğrenme güdüsünü, merakını törpülediğini hatta yok ettiğini görelim. Özgür düşünen, eleştirel düşünen, kalıplara hapsedilmeyen, testlerle hayatları kıskaç altına alınmayan, test neticesine göre kategorize edilmeyen, bireysel farklılıkları göz ardı edilip aynı tornaya sokulmayan, öğrenme serüveninde mutlu, hayal gücü yüksek çocuklar yetiştirmeye çalışalım. Eğitimin doğasında özgürlük vardır, buna önce kendimiz inanalım, sonra öğrencilerimize bunu tattıralım. Önümüzde örnekler çok ama şimdi aslolan örnek olacak, örnek alınacak işler yapmak, bu alanda çığır açmak! Önce hayal edelim.
Gazâli’ye göre sadece ekinin etrafını temizlemek yetiyor ama biz gerçek hakiki eğitimin ne olduğundan bihaber başka işleri eğitim zannederek oyalanırken ekinin etrafını saran dikenler, zararlı otlar almış başını gitmiş. Dünya bir avuç kifayetsiz muhterisin parmaklarında oynattığı bir kukla mesabesine dönüşmüş. Bize ilaç diye sunulan aslında bir zehir. Bize eğitim adı altında sunulan bu en masum, bu en güzel kaplı hediye aslında bizi biz olmaktan çıkaran, hayattan soyutlayan ölümcül bir uğraş halini alıvermiş. Bunları nasıl temizleyeceğiz? Bu zararlı otları nasıl hayatımızdan çıkaracağız? Kirli hava, kirli çevre yanlış beslenme, kötü alışkanlıklar, bağımlılıklar, güzel hasletlerin, güzel ahlakın, millî ve manevi değerlerin yitirilişi, israf, çalışmayı sevmemek ya da sadece sonuç odaklı çalışma, bezginlik, mutsuzluk, umutsuzluk, bireysel çabayı bırakıp eğitim adı altında okullarda verilen dayatmalara inanmak, insanların yanlış bir takım kriterlere göre kategorize edilmesi, _aslî vazifesini unutup/unutturup_ herkesin her şeyi yapmak zorunda olduğuna inandırılması…
Hayal bile edemiyoruz! Oysa her şey hayalle başlıyor.