Neredeyse iki seneyi bulan pandemi sürecinde ve hâlihazırda yaşadığımız doğal felaketlerle mücadelede bitap düştük; tüm bu felaketlerin fevkinde bir de algı savaşları yüzünden kafamız da epey karıştı. İnsanoğlunun her şeyi kontrolü altına alma fikri bozguna uğradı. Pozitif bilim insanlarının bile aynı meselede çok farklı tezler savunabildiği bu çağda biz eğer kendi zihinsel paradigmalarımızı ve akıl gücümüzü kullanmazsak bu işin içinden sıyrılamayacağız. Algının hakikati gölgelediği bu zamanda; var ile yok, aç ile tok, hasta ile sağlıklı, doğru ile yanlış, ihtiyaç ile istek, gerçek ile sanal, her şeyin birbirine karıştığı bir ortama maruz kalmış durumdayız. Mesela aşı hususunda bir taraf aşıyı mucizevi hayat iksiri gibi sunarken diğer taraf ölüm şerbeti olarak görüyor. Bir tarafta yeşili, doğayı, toprağı ve tüm canlıları koruyalım, hayata ve olaylara daha ekolojik, daha bütüncül bakalım diye uğraşanlar varken diğer tarafta Dünya, önü alınamaz insan edimi yıkımlarla, doğal felaketlerle, aşırı sıcaklarla, sellerle, orman yangınlarıyla büyük bir yok oluşa doğru hızla yol alıyor. Bu algı savaşlarının ortasında sorun yumağının temelinde yatan amil gücü bulmaksa çok zor gözüküyor. Bilgiye ulaşmanın bin bir türlü yol ve aracının bulunduğu, her şeye ve her yere ulaşımın bu denli kolay ve hızlı olduğu bu çağda ne acıdır ki gerçek bilgiye, hakikate ulaşmak pek de kolay gözükmüyor. Paranın putlaştırıldığı yerde hakikat arayışı içinde olmak avarelik gibi gözükebilir zira yegâne amacı para kazanmak olan insanlar bu amaçlarına ulaşmak için her yolu mubah görebiliyor. Bize tek geçer akçenin para olmadığı bir düzen lazım. Mammon putunu kıracak yerine başka putlar koymayacak insanlarla yeni bir yola düşmemiz lazım. Son dönemde moda olduğu üzere bir toprak fantezisi kurmaktan öte bize toprakla hemhal olacak fertler, topluluklar lazım.
Kafa karışıklığımız kelimelerle, algıyla süslendi ve yaşadığımız dünya birtakım çıkarlar uğruna oturduğu dalı kesen bir insanoğlu portresi çıkardı önümüze. Doğaya hükmeden, üstenci ve yıkıcı bir bakış açısıyla dünyayı yaşanılmaz kılan insan edimlerini anlamak, anlayıp buna bir son vermek oldukça zor görünüyor. Bu işte bir tezatlık yok mudur? Hem içinde yaşadığın ekolojik düzeni boz hem de bu ekolojik düzenin en muteber parçası olduğunu iddia et!
“Yeşil Devrim” adı altında başlayan bir hareketle yeşilin katline start verilmedi mi? Greenpeace’in kurucularından olan Paul Watson Greenpeace’in politika ve eylemlerini yanlış bulup Greenpeace’in ekolojik hassasiyetten uzaklaştığını gördüğü için o gruptan ayrılmadı mı? Ekolojik Bir Topluma Doğru adlı kitabında Murray Bookchin “Ekolojik mücadelenin en büyük düşmanı çevre korumacıları ve onların savunduğu politikalardır” diye yazmadı mı? Bir tarafta iklim değişikliği ve küresel ısınma ve doğal felaketlerle ilgili bilimsel veriler, öte tarafta bu verileri kullanarak insanların manipüle edildiğini, veganlıkla suni et dayatmasına hazırlandığını ve bunun gibi başka felaketlerin eşiğine sürüklendiğini iddia edenler yok mu?
Tutsak akılla hareket ettiğimizin ama böyle hareket etmek zorunda olmadığımızın farkına varırsak doğruyu bulmak hiç de zor olmayacaktır. “Dünyanın tüm sorunlarını bir bahçede çözebilirsiniz” diyor Bill Mollison. Sonuçta iyi bir gözlemle, biraz merakla, tutkulu okuma ve araştırmalarla çıplak gerçeği görebiliriz. Bizi hasta eden gıda, çevre ve sağlık ilişkisinin; algılarla medyayla parlatılan o ulaşılması pek mümkün gözükmeyen göz alıcı hayatın reklamlarla ve moda tuzaklarıyla beslenip tüketiciyi tüketip bitirdiği ortadadır. Buna mukabil tüketen, yok eden hazırcı hayat tarzı yerine yaşatan, yeşerten üretici hayat tarzını benimseyen, “zehirsiz gıda” diye haykıran, “yediklerimiz ilaç, ilacımız gıdamız olsun” diye yola çıkanlarımız da var çok şükür.
Yeşil Devrim’le başlamış olsun ya da olmasın ikinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında yani kısa bir zaman önce polikültürel tarımdan monokültüre geçiş yapıldı ve ardından tarımda kimyasallara ve petrol-fosil yakıt kullanımına bağımlı bir tarım endüstrisine geçildi. Sonuç: yetiştirilen ürünlerle(!) doğayı ve içindeki canlıları katleden, toprağı öldüren, insan hayatını sekteye uğratan hastalıklar ve ölümler…
Bu yazımda da bugünlere nasıl gelindiğinden yola çıkarak malum olumsuzlukları ortaya koymaya yönelik sürdürmüş olduğum yazı dizime neler ‘yapılabiliriz’, yeni güzel bir dünyanın oluşumuna nasıl katkıda ‘bulunabiliriz’ ile devam edeceğim. Bu yazımı da konuyla ilgili kitaplar, belgeseller, doğayla hemhâl olma çabamla birlikte ortaya çıkan bireysel edimlerim ve tecrübelerim temellendirecektir.
Doğal sistemi göz ardı edip doğal işleyişi bozarak, kendimiz dışındaki canlı varlıkları ve çevreyi hiçe sayarak aslında kendi yaşam alanlarımızı, kendi hayatımızı tehlikeye atıyoruz. Neyse ki bu gerçeğin farkına varanların sayısı her geçen gün artıyor. İçimizdeki bazı duyarlı insanların ve bilim insanlarının çabalarıyla bir farkındalık hareketi başlatılmış ve devam etmektedir. Bu hususta insan ediminin toprak, doğa ve canlılar üzerindeki yıkıcı etkilerini ortaya çıkarmak için bir Kassandra çığlığı mesabesinde feryatlarını kitaplaştıran Susan Carson’ın eseri Silent Spring/Sessiz Bahar 1962 yılında yayımlandığında oluşturduğu etkiyle ve açtığı çığırla ekolojik bakışın miladı, modern çevre hareketinin başlangıcı olmuştur. Sessiz Bahar tüm çevre dostlarının ve ıslahatçılarının başucu kitabı olarak yazın dünyasında haklı yerini almıştır. Susan Carson, Olga O. Huckins adında bir kadından DDT’nin kuşları öldürdüğüne dair aldığı mektup üzerine o ana dek gerçekleştirmiş olduğu mücadeleyi kitaplaştırmaya karar vermiş ve bu eser ortaya çıkmıştır. Seçkin Amerikalı bir grup tarafından 1992’de “son elli yılın en etkileyici kitabı” seçilen Sessiz Bahar çevre konularına sadece devletin ve endüstriyel kuruluşların dikkatini çekmekle kalmamış bu hareketi halka, sıradan vatandaşa da taşımıştır.
“Ademoğlu kendi yarattığı şeytanın bile zor farkına varır” Albert Schweitzer
Susan Carson DDT ile başlayıp ardından ekosistemi bozan her türlü kimyasal kullanımına karşı savaş açmıştır. Zararlı böceklerle mücadele adı altında insanlara dayatılan ve kullanmaya mecbur bırakılan bu kimyasallara Carson, böcek öldürücü değil canlı öldürücü, doğa katledici gözüyle bakmıştır. Herkesin de bu açıdan meseleye yaklaşması için büyük çaba göstermiştir.
Yeryüzünde hiçbir canlı boş yere yaratılmamıştır. Her canlının bir görevi, varlığının bir hikmeti vardır. Doğada zararlı yoktur, kimse kimsenin düşmanı değildir. Ancak var olma mücadelesinde türler arasında doğal bir rekabet vardır. Sistemin işleyebilmesi için bu kaçınılmazdır. Bir türün yok edilmesi tüm sistemi tehlikeye sokar. O yüzden doğayla uyumlu yaşamanın yollarını öğrenmemiz gerekmektedir. Aşırı tüketme hastalığımız yüzünden arzu ettiğimiz devasa ürün çıktısını almak için önümüze ne çıksa kellesini vuruyoruz. Artık doğanın, toprağın, rüzgârın ve yağmurun isyanı neticesinde karşılaştığımız felaketler bir nebze olsun insanoğlunun uyanışına vesile olmaya başlamıştır.
Yeşil Devrim adı altında insanoğluna yeni tarz tarımcılık faaliyetinin dayatıldığı yıllarla senkronize bir şekilde sessiz baharı başlatan Carson, kimyasalların üretimi ve kullanımına ilişkin yaşadığı döneme ilişkin verileri ve düşüncelerini korkusuzca paylaşmıştır. Carson kitabında 1940’lı yıllarla başlayan ve “zararlı” addedilen otları, böcekleri ve hayvanları yok etme adına 200’ün üzerinde kimyasal geliştirildiğini, bu kimyasalların binlerce farklı ticari isim altında satıldığını sadece ABD’de yılda beş yüz kimyasalın kullanıma sokulduğunu haykırmaktadır. Peki niye? Tüm canlı varlıklar içinde onların en akıllısı olmakla övünen insanoğlu nasıl oluyor da istenmez addettikleri birkaç canlı türü için tüm çevreyi ateşe vermekte, kirletmekte, kendi türünün sonunu kendi elleriyle hazırlamaktadır?
İlkel tarım koşullarında çiftçilerin tolere edilebilir bir böcek meselesi vardı. Devasa alanlarda monokültürel tarım yapan modern çiftçiler ise doğal işleyişin avantajlarından faydalanamamakta, dönümlerce aynı tip ürün ekerek arazisini, o ürüne bayılan binlerce böcek ve canlı için yaşam ve üreme açısından son derece cazip bir ziyafet alanına dönüştürmektedir. Tarım sektöründeki bu paradigmal değişiklik, alanda yaşanan sorunlara çözüm olarak sunulan gayri tabi materyal ve yöntemlerle yaşam alanlarını, insan da dahil tüm canlı türlerinin hayatlarını son derece tehdit eder hale gelmiştir. Önce monokültürel tarımla zirai çeşitlilik yok edilmiş, yerel tohum yerine hibrit tohum dayatılmış, ardından zavallı böcek ve canlılar “zararlı” damgasıyla yaftalanarak düşman addedilmiş ve zararlı mücadelesi adı altında zirai ilaç diye dayatılan zehirlerle tüm ekosistem ciddi zarar görmüştür.
Carson hiç kimsenin aldırış etmediği bir dönemde tehlikeyi sezmiş, önlem alınması için çırpınıp durmuştur. DDT’den malathion, parathion, klor, klordan, deildrin, aldrin, endrin, arsenikli spreyler, arsenit ya da fenollere vb. kadar uzayan kimyasal katkı maddelerini teker teker inceleme konusu yapmış ve bu kimyasallara maruz kalıp hayatını kaybeden, hasta olan insanlara ve diğer canlılara dair anekdotlara da kitabında yer vermeyi ihmal etmemiştir. Bu anekdotlardan bazıları şunlardır: Pentaklorofenollü karışımla pamuk yapraklarına ilaç hazırlarken kazara eli bu karışıma değdiği için hastalanıp ertesi gün ölen tanker sürücüsü; buldukları boş böcek zehiri torbalarını salıncaklarına yerleştirdikten kısa bir süre sonra ölen Florida’lı iki çocuk; böcek mücadelesi için patateslere püskürtülen spreylere maruz kalan ve ölen Wisconsin’li iki çocuk; insan için tehlikeli addedilen sınırın onda biri kadar yani eser miktarda parathion yutup ani felce maruz kalan ve hemen yanı başında hazır tuttuğu panzehire dahi ulaşamadan ölen zavallı kimyager; ilaçlanan pamuk tarlalarından akan suyun arıtmadan geçmiş haliyle aktığı Tennessee ırmağında ölen tüm balıklar; Tule gölü ve Aşağı Klamath’da toksafen, DDD, DDE gibi böcek öldürücülere maruz kalıp ölen yüzlerce kuş…
Gerek ot, böcek gerekse diğer canlılarla “zararlı mücadelesi” adı altında onları yok etmeye yönelik uygulanan yanlış yöntemler tüm gezegendeki hayatı tehdit eder hale gelmiştir. Tabiat boşluk kabul etmez, bir canlı türüne yönelik yok ediş diğer canlı türlerinin de sonunu getirmektedir. Bu tarz bir mücadele doğal işleyişe terstir. Kullanılan materyaller zehirli olmasa da bu yöntemin tasvip edilir yanı olamaz. Böcekler zehirlere maruz kalma sonucu azalan nüfusunu hemen kıyım sonrasında daha fazla üreyerek telafi etmektedir. Zararlılarla mücadele yönteminin hiç işe yaramadığı, bir fiyasko olduğu da bilimsel olarak ortaya konmuştur.
1942’li yıllarda insan dokularında DDT veya benzeri bir kimyasala rastlanmazken şu an tüm insanların dokularında belli oranda zararlı kimyasallar bulunmaktadır. Zehirsiz bir gıda bulabilmek için maalesef uygarlığın ulaşmadığı uzak ve ıssız yerlere gitmemiz gerekiyor.
Tarımda gerek ot, böcek kontrolü gerekse verim artırmak amacıyla kullanılan kimyasalların zararı anlatılamayacak kadar çoktur. Bu kimyasal maddeler, kimyasalı kullananı, yakın temasta olanı, uygulandığı alanı, o alanda yaşayan canlıları, uygulama alanında kimyasala maruz kalan canlıları yiyen diğer canlıları, suyu, toprağı, havayı tüm Dünya’yı zehirlemektedir. Yıllardır abartılı ve kontrolsüz bir şekilde hiçbir yasağa, engele maruz kalmadan yapılan uygulamalar neticesinde toprak zehirle dolmuş, aşırı tuzlanmış, organik yapısı bozulmuş ve üzerinde bir şey bitiremez hale gelmiştir. Hal böyleyken acilen zehirli tarımdan zehirsiz tarıma geçilmesi, onarıcı tarımla toprak ıslah çalışmasına ağırlık verilmesi gerekmektedir.
Çıplak topraklar, üzerinde ürün yetişmeyen, çorak ve kurak topraklar çöle dönmekte bu da çevre ve iklim değişikliklerindeki olumsuz tabloyu daha da kötü hale dönüştürmektedir. Biyokütlesel anlamda Dünya’nın %99,7’sini kaplayan bitkiler, yeşil alanlar hızla yok oluşa sürüklenmektedir. Monokültürel tarımla dönümlerce arazi ve meyve ormanlarında tek tip ürün yetiştirilmesi; bu ürün yetiştirilen kısım dışında kalan yerlerin çıplak ve güneşe maruz bırakılması; toprağın nem, ısı dengesini, organik yapısını bozmaktadır. Çıplak bırakılan araziler nedeniyle bitkilerin karbon bağlayıcı özelliklerinden faydalanma imkânından yoksun bırakılmaktayız. Biyosekestrasyon olmadan karbondioksit seviyesi düşmez. Biyosekestrasyon bitkiler, ağaçlar, çok yıllık bitkilerle otlatma ve çiftçilik teknikleri kullanılarak karbonun yakalanıp toprakta depolanması ve yıllarca burada tutulmasıdır. Guerilla Gardening adlı tedx konuşmasında Richard Reynolds’ın dediği gibi elimizde tohumlar boş bulduğumuz her alanı yeşillendirme çabasına girmemiz, bir anlamda gerilla bahçıvanı olmamız pek de yabana atılacak bir öneri değil.
Tarım yapma metodumuzu değiştirerek karbonu emecek şekilde tarım yapmamız, zehirli tarım ilaçları, GDO ve sentetik kimyasallardan uzak durmamız gerekmektedir. Sanayi devriminin başladığı 1750’lerden beri atmosfere yaklaşık 1 milyar ton karbondioksit pompalanmıştır. “Karbon yükü” adı verilen bu yükü azaltmak istiyorsak hem tarım yöntemlerimizi hem de bitki ve ağaçları yetiştirme tarzımızı değiştirmeliyiz. Bunu yaptığımız takdirde toprağı iyileştirme imkânımız; zehirsiz, polikültürel tarım sayesinde biyosekestrasyonla Dünya’nın karbon yükünü azaltma şansımız olacaktır. Toprağı iyileştirmekle başlayan bu güzel süreç iklim değişikliği ve küresel ısınma, doğal afetler, sosyal devinimler de dahil olmak üzere pek çok alanda iyileşmeye sebep olacaktır.
Dünya’nın iklimini stabilize etmek, bozulan dengeleri yeniden kurmak için bir yandan karbon ayak izimizi en aza indirmeli diğer yandan da en güçlü karbon yakalama teknolojileri kullanarak Dünya’nın karbon yükünü azaltmaya çalışmalıyız. Tabiat Ana’ya, doğaya çok büyük etkisi olacak bir şey yapmak istiyorsak ağaç dikelim, çiçek dikelim, tohum ekelim, çıplak toprak bırakmayalım. “Marketten aldığımız şeylerin dünyanın bir ucundan gönderilmesini beklemek yerine kendi bahçemizde, balkonumuzda ne üretebiliriz?” diye düşünelim. Belki bu düşünceyle beton bloklar arasına sıkıştığımız modern zindandan kendimizi kurtarabilir, hem insan hem doğanın sağlıklı hale dönüşümüne sebep olabiliriz.
Hasbelkader kırsalda yeri olanlar, tarımsal faaliyet yapma imkânı olanlar da ekosistemin işlevsel bir parçası olarak insana, doğaya ve tüm canlılara faydalı olacak şekilde doğal tarım, onarıcı tarım, permakültür gibi doğru yöntemlerle toprak iyileştirme, temiz ve sağlıklı gıda yetiştirme yolunu seçebilir. Böylelikle doğanın hâkimi olmaya yönelik paranoyadan kendimizi sıyırabilir, üstümüze düşen vazifemizi hakkıyla yerine getirebiliriz. Ne de olsa James Livelock’a göre Dünya biyosferin ve yerkürenin fiziki bileşenleri sayılan atmosferin, kriyosferin, hidrosferin ve litosferin, karmaşık bir karşılıklı etkileşim sistemi içinde bir araya gelerek bir bütünlük oluşturduğu organik bir bütün, tek bir organizmadır. Gaia teorisi diye adlandırılan ekoloji kuramına göre Dünya’daki canlı cansız diye adlandırılan tüm öğeler birbiriyle etkileşim içinde tek bir organizma olarak kabul edilir. Parçalardan birinin bozulması ya da yok olması tüm organizmayı etkiler. Dünya tek bir organizma olarak kendini onarır, yeniler, yeni durumlara uyum sağlar.
Bir metrekare toprakta iki bin adet tohum saklıdır. Toprak bünyesinde barındırdığı bu tohum hazinesini ihtiyaca göre harekete geçirmektedir. Kendi arazimizde bu durumu bizzat gözlemleme şansı bulduğumu söyleyebilirim. Öyle ki toprak neye ihtiyaç duyuyorsa o tohumu filizlendiriyor. Onlarca yıl boş bırakılmış, öncesinde de zirai araç ve aletlerle baskılanmış, sıkıştırılmış arazi toprağımızdaki toprak ve ot yapısı bir laboratuvar gibi bize birtakım gerçekleri sunmaktadır. Kendiliğinden bitiveren otların kök yapısını ilk incelediğimde hemen hemen hepsinin kazık kök yapısında otlar olduğunu fark etmiştim. Arazimizin bu sert dokulu toprak yapısını yumuşatmak, toprağı gevşetmek için ihtiyaç duyulan otlar kendiliğinden bitivermişti. Eğimli arazimizde yaptığımız sekileme çalışması ve su hendekleri sayesinde toprağın su tutma kapasitesini artırdıktan sonra gördüm ki kazık kök yanı sıra püskül köklü otlar da neşvünema bulmaya başlamış, yer yer gevşek dokuya bürünen toprak artık bu gevşek yapıyı bir arada tutmaya ihtiyaç duyduğu için püskül köklü otları da yeşertmeye başlamıştı. Doğadan, topraktan ve üzerinde yer alan tüm canlı cansız varlıklardan iyi bir gözlemle öğreneceğimiz ne kadar çok şey var.
Tarihinin en büyük orman yangınlarıyla mücadele veren ülkemiz insanı bu yangınları söndürmede, yaban hayatı ve hayvanları kurtarmada canhıraş çalışmış, bu felaket karşısında tek yürek olmayı başarmıştır. Yanan orman alanlarının ıslahı için neler yapılabileceğini düşünmeye başlamış, hemen fidan kampanyaları başlatmış, yeryüzünün ciğerleri olarak kabul edilen orman alanlarının yeniden oluşturulması için kolları sıvamıştır. Gaia teorisine göre Dünya kendini onarma, yenileme becerisine sahiptir.
Orman yangınları neticesinde yanan ormanlık alanlarda ne yapılması gerektiği konusunda benim acizane fikrim o alanlardan insan elinin ayağının çekilmesidir. Orman toprağı mineral bakımından son derece zengin olan küller sayesinde bünyesinde barındırdığı, ateşten kurtarıp kozalakların içinde sakladığı tohumlarla o bölgenin ihtiyaç duyduğu, o şartlarda yetişmeye en elverişli tohumları yeşerterek doğal orman alanının oluşmasını sağlayacaktır. Nitekim Alıç Ağacı İle Sohbetler adlı eserinde Hikmet Birand, “insanlar ormanlar yapamaz, orman insan eliyle yapılabilen bir şey değildir” derken de bu gerçeğe işaret ediyordu. Cüzî aklıyla her şeyi bildiği iddiasında olup ormanları da kendi kontrolünde oluşturup keyfince kullanabileceğine inanan insan biraz geri çekilse, beklese, her şeyin eskisinden daha güzel ve olması gerektiği gibi dosdoğru olduğunu görecek ama keşke o meşum elini çekmeyi bir becerebilse! Doğa bir bütün halinde kendini onarmasını, yenilemesini biliyor. Bunu gerçekleştirebilmesi için biz insanoğluna da ihtiyacı yok. O yaratılışının gereğini yaratılışına kodlandığı şekliyle kolayca yerine getirebiliyor eğer insan müdahalesinden uzak kalabilirse küllerinden yeniden doğmasını da biliyor.
İnsanoğlunun ormanlar gibi doğal ortamlardan uzak durması, ekim-dikim yaptığı ziraî alanları da doğayı taklit ederek olabildiğince doğal bırakması gerekiyor. Yeşil devrimin zehirli ve yanlış uygulamalarını bir an önce bırakıp toprak ıslahına, iyileştirme çabalarına hız vermesi gerekiyor. Neyse ki hem ülkemizde hem de Dünya’nın pek çok yerinde toprak ıslahı ile yola koyulanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır.
Kiss The Ground adlı belgeselde, dünya üzerinde onarıcı, iyileştirici tarım uygulamaları gerçekleştiren çiftçilerin hikayeleri gerçekten ilgi çekici ve geleceğe ilişkin umut vericidir. Yenileyici tarımla dönüm başına daha fazla ürün yetiştirilebildiğini iddia eden, iyileştirici tarım yapan Gabe Brown kendini sadece ekin yetiştiren çiftçi değil, hayvancılık da yapan bir çiftlik sahibi olarak tanımlıyor. Asıl hedefinin canlı varlıklar ve yaşayan bir ekosistemin parçası olmak olduğunu söylüyor.
1991’de aldığı arazide ilk iki yıl geleneksel yöntemlerle çiftçilik yaptığını, pullukla toprağı sürdüğünü, yüksek miktarda kimyasal kullandığını anlatıyor. 95 yılında ekin biçme gününe bir gün kala dolu fırtınasıyla ekinlerinin hepsini dolayısıyla her şeyini kaybettiğini anlatıyor. 1996’da da aynı durumu yaşadığını 1997’ye geldiklerinde toprağın tamamen kuruduğunu hiç ekin alınamadığını anlatıyor. Bölgelerinde büyük bir kuraklık başladığını, 1998’de dolu yüzünden ekinlerinin neredeyse tamamını kaybettiğini dolayısıyla dört yıl boyunca ekinden hiç gelir elde edemediğini anlatıyor. Bu darboğaz içinde kimyasal kullanmadan ürün elde edebilmenin yollarını araştırmaya, toprak ekosistemini incelemeye ve Thomas Jefferson’ın eski günlüklerini okumaya başladığını söylüyor. Sentetik kimyasallar ortaya çıkmadan önce nasıl başarılı bir şekilde ürün alınabildiğini araştırdığını söylüyor. Tüm bu araştırmaları neticesinde pullukla toprağın sürülmesine karşı çıkıyor doğrudan ekim yapılmasını salık veriyor ve pullukla sürülmeyen toprağın daha çok su tuttuğunu iddia ediyor. Pullukla toprak sürülmesine son verilmesiyle topraktaki mikrop ve bakteri popülasyonunun arttığını bunun da daha fazla bitkinin büyümesini ve lokal yağışların artmasını sağladığını anlatıyor. Bu, rejeneratif, yenileyici tarımın verimli döngüsüdür. Bu verimli döngü içinde Gabe Brown’ın toprağı atmosferden daha fazla karbon çekip toprağa bağlıyor. Organik maddedeki her yüzde birlik artışta bir dönümlük toprak iki buçuk ton daha fazla karbon çekiyor. Bu yüzden pulluk kullanımından acilen vazgeçilmesi, yer örtücü bitkiler ekilmesi, toprakta hep canlı bir kök olması, toprağın nadasa bırakılıp boş kalmaması gerekiyor. Su döngüsünü eski haline getirmek için bu hususlara dikkat edilmesi gerektiğini ifade eden Brown, üzerinde çok kültürlü örtü bitkisi olan bir tarlada bulunan örtücü bitkilerin toprağın ömrünü ve işlevini artırdığını iddia ediyor. Bir tarlada tek tip ürün yetiştirildiğinde toprak biyolojisi sadece bir tür kök eksüdasıyla beslenir. Brown tarlasında 19 tür yetiştirdiğini ve böylelikle toprak biyolojisini daha hızla beslediğini ifade ediyor.
Brown kış boyunca arazide hayvanlarını otlattığını böylelikle toprağın yenilenme sürecini hızlandırdığını söylüyor. Hayvanların canlı bitkilerle otlamasının karbon döngüsünün bir parçası olduğunu bunun çok eski zamanlarda yırtıcılardan kaçan bufalo sürüleriyle doğal bir şekilde zaten yaşandığını ancak ABD ordusunun Kızılderilileri açlıktan öldürmek amacıyla bufaloları öldürmesiyle bu döngünün bozulduğunu anlatıyor. Bir zamanlar bufaloların dolaştığı bu yerlerde şimdilerde endüstriyel tarım yapıldığını sadece hayvan beslemek için yüzlerce milyon dönümlük ekin yetiştirildiğini ve o hayvanların besi ünitelerine hapsedildiğini söylüyor. Besi üniteleri muazzam miktarda sera gazı üretir. Besi ünitelerinde sera gazları artarak yayılıyorken otlayarak hayvan yetiştiriciliğinde ise bu gazlar emiliyor. Sorunun hayvanlarda değil onları manipüle eden insanlarda olduğunu açıklayan Brown, otlatmaya geri dönülmesini ve kapalı besi hayvancılığından acilen vazgeçilmesi gereğini açıklıyor.
Çölleşmeyi tersine çevirmek için çiftlik hayvanlarının kullanılması yöntemi dünya topraklarının üçte ikisine uygulanabilen düşük maliyetli bir yöntemdir. Tamamıyla çölleşmiş bir alanı toynaklı ot obur hayvanlarla meraya çeviren bir aktivistin yaptıklarını anlatan Brown, otların büyümesini sağlayan şeyin hayvanların dışkıları, idrarı ve toynakları olduğunu belirtiyor. Hayvanlar bu arazinin en fazla bir hektarlık alanında üç günü aşmayan bir zaman diliminde otluyor. Bu alana hayvanlar en az altı ya da dokuz ay geçtikten sonra tekrar gelip otlayabiliyor. Böylece hiçbir bitki aşırı otlanma neticesi toprağı çıplak bırakmıyor. Brown, bu tarz otlaklar yaratabildiğimiz takdirde muazzam miktarda karbonu toprağa bağlayabileceğimizi Dünya karbon yükünü azaltabileceğimizi savunuyor.
Dünyanın yaklaşık üçte ikisi otlaklar ve savanalarla kaplıdır. Buralarda yağışlar toprağın ağaçlarla kaplanmasına yetecek düzeyde değildir. O yüzden toprağı dengelemek için gerekli olan şey ottur. Rejeneratif/iyileştirici tarımla, dünyayı eskiden olduğu gibi bir cennet bahçesine çevirebiliriz. Akıllıca kullanıldığında ot oburlar karbonu toprağa çekip çölleşmeyi tersine çevirebilirler. Sığır dışkılayarak toprağa bir mikrop yığını bırakır, bu da toprağı son derece güçlendirecek bir şeydir. Sığır otlakçılığıyla yemyeşil bir arazi ortaya çıkarken pullukla sürülen endüstriyel tarımla kupkuru bir toprak görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Sürülen tarlalarda mısır, soya ve saman üretilirken diğer tarafta tam bir doğal döngü ile canlılık, çeşitlilik yeşeriyor. Amerika Tarım Bakanlığı belli başlı ürünleri yetiştirmeleri için çiftçilere fiyat garantisi veriyor. Mevcut sistemde çiftçiler ekin yetiştirmeleri için finanse ediliyor. Çiftçiler de bu ekinleri sera gazı yayan besi ünitelerindeki hayvanları beslemek için yetiştiriyorlar. Sonuç ne? Topraklar toza dönüşüp hızla çölleşiyor ve çiftçiler iflas ediyor. Genetiği değiştirilmiş tohumlar, kimyasal spreyler ve devlet teşvikiyle bile çoğu çiftçi dönüm başına birkaç dolar kazanmak için çabalıyor. Ama tüm bu yardımları almadan kendi yöntemiyle tarım yapan Brown, çiftliğinde sağlıklı bir ekosistem kurduğu için dönüm başına 25 dolar kar elde ediyor.
Brown sadece mısır ve soya yetiştirmek yerine mısır, bezelye, buğday, arpa, yulaf, fiğ, yonca, özgürce otlayan küçük ve büyük baş hayvan eti, bal, sebze yetiştirdiğini artık soya ve mısır fiyatlarını takip etmek zorunda kalmadığını anlatıyor çünkü tüm yetiştirdikleri içinde mısır çok küçük bir meblağ tutuyor. Ekosisteme direnç katarak yenileştirici tarıma geçerek çiftçilerin kârlarını yılda 100 milyar doların üzerine çıkarabileceğini iddia eden Brown, yenileyici tarıma geçişte hükümetlerin de yapacakları çok şey olduğunu ama öncelikle halkın toprak iyileştirme işinde çaba sarf etmesi gerektiğini vurguluyor.
Yiyecek israfının devasa boyutlarda olduğunu görmemek için kör ve sağır olmamız gerekir. Bu gıda israfı diğer tüm israf edilen ürünler yanında başlı başına bir enerji, emek ve doğa sömürüsü içeriyor. Çünkü gıdanın yaklaşık üçte biri daha elimize ulaşmadan üretim ve nakliye aşamasında heba oluyor. Elimize ulaşanların da bir kısmı istif ettiğimiz dolaplarımızda tüketilmeden, bir kısmı da yemek tabaklarımızda ve tencerede yemeden kalan sofra atığı olarak zincirleme israf halkasına ekleniyor. Öncelikle bu israfın farkına varmalı ve israfı önleme çarelerini aramalıyız.
Globalizmden Glokalizm’e adı altında yeni bir söylemle karşı karşıyayız. Küyerelleşme olarak da adlandırabileceğimiz glokalizm küreselci yaklaşımların emek, enerji sömürüsüne ve israfına karşı tutunacağımız yeni dayanak noktamız olacaktır. Bu hareket tarzını benimser, yerelleşmeye, milli ve yerli olanla ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışırsak kendi vatandaşlarımızın, devletimizin ekonomik anlamda gelir sağlamasına fırsat tanımış oluruz. Ayrıca küreselci yaklaşımla yapılan ticari faaliyetlerdeki nakliye maliyetini en aza indirmiş, nakliye esnasında heba olan gıda ve enerji israfını da önlemiş oluruz.
İsrafı bir anda durdurabilmemiz mümkün gözükmüyor ancak bu devasa israf yığınlarını yukarıda bahsini ettiğimiz toprak iyileştirmesinde kullanabiliriz. Nasıl mı? Bu hususta aklıma gelen ilk isim, toprağa ve toprak işçilerine yönelik yaptığı işlerle sesini duyuran Ebru Baybara Demir’dir. Glokalist hareketin bence Türkiye’deki en iyi örneklerinden biri olan Ebru Hanım öncelikle yaşadığı bölgede başlattığı hareketi tüm ülke sathına yayarak ülke kaynaklarını ülkenin yararına kullanmak üzere büyük fedakârlık göstermekte, güzel işler yapmaktadır. Atık yönetimi ve israfla mücadele konusunda yapmış oldukları gerçekten hayranlık uyandırıcıdır. Her gün o ve gönüllü çalışma arkadaşları tonlarca atık gıdayı pazardan topluyor, içlerinden işlenebilecek olanları dönüştürerek ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor, geriye kalanı ise kompost yapımında kullanıyor. Nisan 2021’den bu yana Diyarbakır’da “Biyobozunur Atık Yönetim Projesi” ile topraktan geleni toprak için dönüştürerek ürettiği 240 ton kompost toprağı çiftçilere dağıtıma hazır hale getirmiş olması ve “bizi toprak kurtaracak” sloganı ile yapmış olduğu bu güzel işler nedeniyle Ebru Hanım gerçekten ülkemizin geleceği için bir umut kaynağıdır.
İsraf ve atık yönetimi hususunda Kiss The Ground adlı belgeselde başka güzel örnekleri de görmek mümkündür. San Francisco’da evlerin önünde üç çeşit çöp kutusu bulunur; yeşil kutu kompost için, mavi kutu geri dönüşüm atıkları için ve siyah kutu ise atık yönetimine dikkat etmeyenler için. Vatandaşlarından duyarlı davranmalarını isteyerek atık çeşidine göre yeşil ve mavi çöp kutularını kullanmaları, siyah çöp kutularını kullanmamaları isteniyor. Şayet siyah çöp kutuları kullanılırsa o zaman insanlar ceza alıyorlar. San Francisco’da günde 700 ton yiyecek ve sebze atığı kompost kutularıyla toplanıyor ve kompost toprağa dönüştürülerek toprak zenginleştirmede kullanılıyor.
Tüm bu güzel örnekleri kendi yaşam alanlarımızda kendi belediyelerimizde yapmamak için eksik olan nedir? Bireysel çabalarla bu işi başlatabilir, topluluk ruhu ve birlikteliğiyle sivil toplum kuruluşlarıyla, yerel yönetimlerle bu işi ülkemizin her yerine yayabiliriz. Bu hususta biz kendi evimizde ferdi çabalarımızı iki yıl önce başlattık ve her hafta şehirdeki evimizden 70 km uzaktaki kırsaldaki arazimize biri kompost/gübre yapımında kullanılmak üzere diğeri ise organik atık olarak mevcut toprağı zenginleştirmek üzere iki organik atık konteyneri taşıyoruz. Ayrıca yağ, pil, elektronik eşya atığı vs. olmak üzere tüm geri-dönüşüm atıklarını da sitemizdeki atık toplama noktalarına bırakıyoruz ve şehir çöplüğüne neredeyse hiç denecek kadar az çöp çıkarıyoruz. Kırsala tam zamanlı yerleştiğimizde market alışverişini ve dolayısıyla ambalajlı ürün alımını öncelikle azaltmayı ve mümkün olursa tamamen bitirerek az olan çöpümüzü sıfırlamayı düşünüyoruz.
Bozulan ekolojiyi, doğal dengeyi iyileştirecek tarzda beslenmenin yolunu bir an önce hayata geçirmeliyiz. Hepimiz ihtiyacımız olan tüm gıdanın temini için üretici olamayız ama en azından sağlıksız gıdaya hayır diyebiliriz. Biz yenileyici gıdaları, sağlıklı yiyecekleri seçtikçe çiftçiler onları daha çok yetiştireceklerdir. Aynı şekilde endüstriyel tarım ve hayvancılık ürünlerini almadığımız takdirde bu yanlış uygulamalar da son bulacaktır. Ne de olsa “arz-talep dengesi” denen iktisadi bir olgu tüm Dünya’da ağırlığını hissettirmektedir.
Bu anlatıklarım bir sevgi işidir. Birini ya da bir şeyi seversen onunla ilgilenirsin, ona değer verirsin, onu anlarsın, onu korursun ve güvende tutmak istersin. En küçük mikroplardan devasa hayvanlara kadar doğa tam bir canlılık içinde hayatla dolup taşıyor. Bugüne kadar tüm canlı türleri bu dengeyi koruyagelmişler ama biz çevreye verdiğimiz zarar neticesinde tarihin en büyük yıkımıyla karşı karşıyayız. Harekete geçmezsek üzerinde hareket edecek bir Dünya bulamayacağız.…
Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
Stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete,
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.
Nazım Hikmet