Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kılınç, “öğrenme ve bilgiyi sorgulama süreçleri”ne dair Sinirbilim Laboratuvarında 2 yıl evvel başladığı araştırmalarında artık sonuca yaklaştı. Beyin araştırmalarında henüz yolun başında olunduğuna dikkat çeken Kılınç, “Beyin bir makinadır, onu çözersek, çocuk her şeyi öğrenebilir düşüncesi bir yanılgıdır.” dedi.
Canan GÜLEÇ
Beynin yapısına dair araştırmalar devam ettikçe sağ ve sol lop olarak kesin tanımlarla, keskin sınırlarla ayırmanın da pek doğru olmadığı ortaya çıkıyor. Mesela, Sinirbilim Laboratuvarında yapılan ölçümlerde, beynin birçok bölgesinin değişik hız ve güçle tepki vererek öğrenme sürecini etkilediği ortaya çıkıyor. Ülkemizde az sayıdaki sinirbilim laboratuvarlarından biri de Uludağ Üniversitesinde bulunuyor. Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kılınç, yürütücülüğünü sürdürdüğü sinirbilim laboratuvarı çalışmaları hakkında açıklamalarda bulundu.
“Epistemik Açıdan Farklı Özelliklere Sahip Bireylerin Bilimsel Metinlerle İlgili Muhakemelerinin Göz Takip ve Beyin Haritalama Yöntemleriyle İncelenmesi” adlı Uludağ Üniversitesi bilimsel araştırma projesi kapsamında kurulan laboratuvarda, farklı bilimsel metinleri okuyan bireylerin göz hareketleri ve beyinlerinde hangi bölgelerin aktif olarak kullanıldığına ilişkin veriler toplanıyor. Sinirbilim laboratuvarının Türkiye’de sadece birkaç üniversitede bulunduğunu söyleyen Kılınç şunları anlattı: “Göz takip ve EEG cihazı ile kişilerin okuduğu metnin veya gördüğü görsellerin beynin hangi bölgesini harekete geçirdiğini belirleyebiliyoruz. Bu verilerden yola çıkarak kişilerin düşünme, muhakeme, algı, öğrenme yetenekleri tespit edilebiliyor. Bu tür laboratuvarlarda elde edilen veriler ışığında kişilere özgü eğitim yöntemleri hazırlanabildiği gibi, toplumun algılama özellikleri dikkate alınarak hedef kitle odaklı etkili reklamlar, iletişim biçimleri, web sayfaları gibi tasarımlar da yapılabiliyor.”
ÖĞRENME, KÜÇÜK BİRİMLERLE İNCELENMELİ
Kılınç ve ekibinin laboratuvarda uyguladığı göz takip testleri, uluslararası kuruluşlar tarafından reklam-satış tekniğini yönlendirmek için de kullanılıyor. Bu durum uygulamanın “popüler ve ticari” boyutu elbette; üniversitedeki araştırmaların amacını ise Kılınç şöyle ifade etti: “Öncelikle şunu bilmek gerek; insan beynini anladığımız zaman gerisi çorap söküğü gibi gelecek diye bir düşünce doğru değildir. Beyni anladığınızda bir insanı anlamış olursunuz. Sonuçta sosyal bir varlığız, toplu bir yaşam var. Aslında devasa bir beynin parçaları gibiyiz hepimiz. Biz halen beyni modelleme konusunda solucanları, arıları anlamaya çalışıyoruz. Robotik zeka bizim beyni anlamamızı sağlıyor mesela; yarattığımız yapay zeka üzerinden insan zekasını çözmeye çalışıyoruz. Çok fazla deneye ve deneğe ihtiyacımız var. Öğrenme çok küçük birimlere indirgenerek ayrı birimler olarak çalışılmalıdır. Büyük beyin bölgelerini bırakın tek tek sinirler üzerinde yoğun çalışmamız gerekiyor. Öte yandan üzerinde çalışmamız gereken temel sorular var; İnsan nasıl bir canlıdır? Nasıl algılar? Kendi varlığını nasıl anlar? Bilim insanları artık bunlar üzerinde çalışıyor. Teknoloji giderek gelişiyor, beynin çok ince bölgelerini gözlemleme şansımız var artık. Elde edilen o verilerle de daha başka yerlere ulaşılabilir.”
Beyin denildiğinde popüler bir korku ve aynı zamanda merakın yaygın olduğunu söyleyen Kılınç, çalışmalarının eğitime katkıları noktasında şunları anlattı: “Beyinle öğrenme konusu eğitim biliminde çok hazzedilmeyen bir detaydır; sonuçta zaten beyinle öğreniyoruz. Bu alanda yapılan çalışmaların sinir bilime katkılarını da incelemek gerek. Şöyle bir yanılgı var; ‘Beyin bir makinadır, onu çözersek çocuk her şeyi öğrenir’ gibi düşünülüyor, oysa bizim çalışmalarımız sadece eğitimi destekler boyutta. Biz halen klasik yöntemler üzerinden gidiyoruz; çocuklarla konuşuyoruz. Sınıfta gözlem yapıyoruz. Soruyu kağıda çözmesini istiyoruz. Bunları yaptıktan sonra diğer deneysel beyin ölçümlerini kullanıyoruz. Göz takip cihazıyla soruyu okurken nerelere dikkat ettiğini ve atladığını ölçebiliyoruz. Odak noktalarının tespit edilmesi, çocuğun hatalarının daha hızlı fark edilip düzeltilmesini sağlıyor. Bir de EEG cihazımız var, her hangi bir fikri düşündüğünüzde beyinde hangi bölgenin aktif olduğunu görüyoruz. İnsan beyni kompleks bir organ, farklı bölümlerin farklı hareketleri yönettiğini biliyoruz. Bir sinir hücresinin yüzlerce noktayla ilişkisi olabiliyor. Biz bu zihinsel faaliyetlerin beyinde nerelerde aktif olduğunu artık biliyoruz, yaratıcı düşünce nerede, muhakeme nerede, karar ve duygu mekanizmaları nerelerde, bunları izleyebilmek eğitim açısından çok önemli. Örneğin, öğrenci önündeki soruyu farklı yoldan çözünce yaratıcı tanısı koyuyoruz, oysa bu ölçümde beynin başka bir kısmının aktif çalıştığı, yaratıcı yoldan değil de hafızasında kalandan hareketle çözdüğünü görebiliyoruz.”
SEVİYE TESPİTİNDE TUZAK METİN KURGUSU
Yaptıkları testlerde öğrencilerin bilgiyle karşılaştığında emin olmak için hangi süreçlerden geçtiklerini gözlemleyen Ahmet Kılınç, bilgi felsefesinin evrelerini ve insanların tepkilerini şöyle anlattı: “Öğrenmeyi kompleks bir mesele olarak ele aldık, epistemolojik düşünme ile eleştirel düşünmeye oldukça yakın bir bakış açısıyla çalıştık. Kişi bir şey gördüğünde ya da duyduğunda bunu eleştirel zeminde irdeleyebiliyor mu diye araştırdık. Bu da bilgi felsefesi yani epistemolojidir ve 4 temel parçası vardır. İlk parça, bilginin kaynağını sorgulamaktır. Bazı insanlar söylenen her bilgiyi doğru kabul ederken bazıları bilginin kaynağını (kişi, gazete vb. )hatta bilginin kendisini test eder. İkinci boyut bilginin basitliğini ölçer; kimileri için bilgi basit ve yüzeyseldir ama bazı insanlar bilgiyi diğer bildikleriyle kıyaslar ve bir kompleks ağ halinde algılar. Üçüncü parça bilginin doğruluğudur; Bazıları söylence olarak yayılanları kanıtlara bakmaksızın kabul ederken bazıları kanıtları ve gerekçeleri sorguluyor. Son parça ise bilginin kalıcı mı yoksa geçici mi olduğunu sorgular ki bilimdeki güncel akım tüm verilerin geçici olduğuna dairdir.”
Üniversite öğrencileri üzerinde uyguladıkları çalışmada dört parçayı da gözlemleyip gruplamalar yapabildiklerini anlatan Kılınç, “Sorular içine tuzak metinler yerleştirdik. O tuzaklarda basit düşünenlerin nereleri hızlı okuyarak atladığını, güçlü düşünenlerin nereleri tekrar tekrar okuduğunu gözlemledik. Bu arada denekler için göz takip ve EEG cihazları aynı anda çalışıyordu. Öğrenciye verdiğimiz metinde bilim magazin dergisinde çıkmış, henüz yayınlanmamış bir makaleyi bir profesörün açıklaması olarak aktarıyoruz. Yaptığımız testte ise öğrencinin bu metni okumasını ve metnin sonunda verilen bilginin güvenilirliğini puanlamasını istiyoruz. Okumalar ve puan verme sırasında göz takip cihazındaki hareketleri tespit edip metin okumasında deneğin nerelere takıldığını ya da atladığını görüyoruz. EEG cihazı ile de beynin hangi bölümlerinin uyarıldığını, nerelerin aktifleştiğini izliyoruz. Son aşama olarak da öğrenciyi sesli görüşmeye alıyoruz ve test sürecinde neler düşünüp karar verdiğini anlattırıyoruz.” dedi.
Yapılan araştırmaların ilk sonuçlarında basit düşünenler ve kompleks düşünenler olarak iki net gruba ayırmanın mümkün olmadığını belirten Kılınç ulaştıkları verileri şu cümlelerle değerlendirdi: “Basit düşünenlerin tuzaklara takıldığını ama çok kompleks düşünenlerin de basit tuzaklara takıldığını, diğer bir deyişle sorgulayıcı düşünenlerin de otoriteyi sorgulamadan kabul etme ya da kanıtları düşünmeden karar verme gibi tuzaklara düştüğünü gördük. Okuma sırasında bazı duygular devreye giriyor, ölçümlerde beyinde bunu görebiliyoruz. Metinde sinirlendiği ya da önyargı ile yaklaştığı bir bilgi varsa, duygusal tepki olarak öfke devreye giriyor ve önyargısına karşı olan kanıtları atlıyor. Bunu, deneğin göz hareketlerinden anlayabiliyoruz. Beyin bakıldığında ise daha yüzeysel düşünenlerin hafıza ve duygusal bölgelerle karar verdikleri gözlenirken, daha kompleks düşünenlerde beynin birçok alanının devreye girdiğini ve basit düşünenlerde aktifleşen bölgelerin yanı sıra eleştirel düşünme ile ilgili unsurları kontrol eden bölgelerin de aktifleştiğini görebiliyoruz. Daha evvel; bilginin sorgulanması ya da epistemik muhakeme ile ilgili olarak basit ve kompleks düşünenleri kağıt üzerinde testlerle anlamaya çalışırdık. Ama şimdi bu sonuçların ardındaki psiko-biyolojik nedenleri de görebiliyoruz.”
“EĞİTİMİN FELSEFESİNE İHTİYACIMIZ VAR”
Eğitim bilimini her söylenene inanan küçük bir çocuğa benzeten Prof. Dr. Ahmet Kılınç, eğitimde temel sorulardan uzaklaşıldığını söyleyerek şöyle devam etti: “Psikolojideki, dil bilimdeki akımlar eğitimi çok etkilemiş. Doğru katkılar da söz konusu; örneğin psikolog Jean Piaget’in bir tespiti var; çocuk okula zaten bazı bilgilerle geliyor ve okul bunları tespit edip ortaya çıkararak onlar üstünden devam etmelidir, hatalar varsa onarmalıdır der. 1980’lerde daha sosyal temelli bakış açısı gelişti, çocuğun getirdikleri var ama sınıfta sosyal ortamdan da etkileniyor. Bu ortam öğrenme sürecini nasıl etkiler diye düşünmeye, grupla çalışmasının, öğrenci merkezli öğrenmenin etkili olduğu konuşuldu. Ama bu tüm yaklaşımların dışında bir şey yok. Boş bir futbol sahası gibi. Felsefe, varlık, ahlak, bilim ve fen bilimleri üzerine çok kafa yormuş ama sosyal bilimler üzerine pek gitmemiş. Mesela eğitim felsefecisi çok az sayıda. Öğrenmeyi, muhakeme etme, analiz etme ya da hafıza gibi diğer akli melekelerden ve olaylardan ayıran nedir? Buna dair çok net çalışmalarımız yok. ‘Okul neden var, sınavlar neden var?’ gibi çok temel sorularla felsefeyi eğitime enjekte etmek lazım.”
Sorunlarla karşılaşana kadar insanların çözüm yolu aramadıklarını belirten Kılınç, “Yağmur yağıyorsa kimse kuraklık için tedbir almayı düşünmez. Bizim eğitim sistemimizde şuan yağmur yağıyor; veli için de öğretmen içinde her şey rutin devam ediyor. Oysa yağmurun kesileceğini düşünmek, hazırlıklı olmak gerek. Su sıkıntısı yaşandığında en verimli çözümün hangisi olduğunu düşünmek, iyi bir eğitimle görülecek alternatiflerle olur. Eğitim, insana alternatifleri görme becerisi kazandırır.” dedi.
“ZÜMRE TOPLANTILARI DENEYİM KAZANDIRIR”
Okullarda zümre toplantılarının süre ve içeriğinin arttırılmasının, öğretmen için önemli kazanımları olacağını savunan Prof. Dr. Kılınç, meslek içi diyalog konusunda şunları söyledi: “Biz üniversitede öğretmen adaylarını yetiştirirken, öğretmen adayına derslerde anlatması gereken bilgiyi, pedagojik donanımı veriyoruz. Ancak bir de işin işletme boyutu var, bir kurumda çalışıyorsunuz, arada hiyerarşi var, okulda komisyon kuruluyor. Kendi temel görevleri dışında farklı alanlara enerjilerini harcamaları performanslarını azaltıyor gibi görülse de karakter zenginliği katar. Zümre başkanlığı yapması öğretmene ciddi yönetim deneyimi kazandırıyor. Seminer dönemleri ve uzun zümre toplantıları olumlu bir yaklaşımdır ve eğitimin iyi yapıldığı okullara dair dünya örneklerini de incelerseniz, bu tip toplantılarda fikir alış verişlerinin yoğun yapıldığını görüyoruz. Öğretmenin deneyimlerini başka bir öğretmene anlatması çok önemli bir zaman kazanımıdır. Zor bir konuyu hangi örneklerle anlattığı, konuyu hangi parçalara böldüğü, öğrenme problemleri yaşayan çocuklarla nasıl iletişime geçtiği, yüksek başarılı öğrenciler için ne gibi kalibrasyonlar yaptıkları gibi doğrudan pratiğe yönelik unsurların öğretmenler arasında paylaşılması önemli. Dolayısıyla seminer dönemleri de zümre toplantıları da sağlam bir gündem hazırlığı ile gerçekleştirilmeli.”
“İNSANİ DEĞERLER ÇOK ÖNEMLİ”
Öğretmenlerin sorumluluğunu, “iyi insan yetiştirmek” diyerek özetleyen Kılınç, öğrencilere müfredat bilgilerinin yanında insani değerler eğitiminin de sağlam bir şekilde kazandırılması gerektiğini şu sözlerle anlattı: “Genel olarak farklı alanlardan işverenlere baktığımızda üniversite mezunlarından teknik bilgi ve beceriden ziyade yalan söylememe, aile kültürü ya da öğrenmeye açıklık gibi ahlak ve değer odaklı unsurları beklediklerini görüyoruz. Nitekim bir öğretmen, bir mühendis veya bir doktor işi sırasında muhakkak insanlarla muhatap olmak zorunda. Diğer bir deyişle var olan bütün mesleklerde herkesin müdürlerle, amirlerle, iş arkadaşlarıyla, müşterilerle gibi insanlarla çalışması lazım. Özellikle iş ortamında ya da eleman alımlarında bireylerin teknik bilgilerinin ötesinde ahlaki özelliklerinin daha fazla gündemde olduğu bilinir. Bu açıdan bakıldığında eğitimin ahlaki ve değer odaklı unsurlara yatırım yapması önemlidir. Bu kapsamda matematik ve fen alanları da dahil bütün branşlarda dürüstlük, empati, dostluk ve insan sevgisi gibi temel değerler ve erdemler üzerine gidilmeli. Bu unsurlar öğretmenin bir model olarak kendisini göstermesi şeklinde olabildiği gibi doğrudan müfredata eklenecek etkinliklerle de verilebilir.”
EĞİTİM; MEDENİYET PROJESİDİR
Eğitimin insan hayatında kas ve hafıza yükünü azaltacak avantajlar sağladığını söyleyen Ahmet Kılınç, kendi okul yıllarında eğitimi bırakan çocukları hatırlayarak şunları söyledi: “Çocuk ne görürse onu alıyor, evde küfür kavga varsa onu alır. Bunu okula yansıttığında cezalandırılıyor, kırmızı kurdele takamıyor, elması kızartılmıyor. Çocuk soğuyup okuldan ayrılıyor. Şimdi o yıllardaki arkadaşlarımın nasıl bir hayatı olduğunu düşünüyorum. Ekonomik olarak çok iyi koşullarda yaşayabilirler ama çocuğuyla çevresiyle iletişimi nasıldır? Bu açıdan bakıldığında maalesef okullar sosyal sınıfların yaratıldığı yerlere dönüşebiliyor. Yani sosyoekonomik açıdan zayıf ailelerden gelen çocuklar okul ortamında ailelerinden getirdikleri bazı davranışları yansıttıklarında öğretmen tarafından ya da sistem tarafından geriye itilebiliyor ve bu çocuklar kendi anne ve babalarına benzer bir sosyal sınıf oluşturmak zorunda kalıyor. Aslında eğitim bir medeniyet projesidir. Cahillik alternatifsizliktir, eğitim alternatifleri görme fırsatı sunar. Bu amaç üzerine kurgulanıp sosyoekonomik açıdan zayıf ailelerden gelen çocukların sosyal sınıfın görünmeyen duvarlarını eğitim sayesinde yıkabilmesi lazım.”
“ÖĞRETMEN KENDİNİ TEST ETMEK İÇİN SINAV YAPMALI”
Sınav kaygısının öğrenmeyi olumsuz etkilediğini düşünen eğitimcilerden olan Ahmet Kılınç, öğrencinin bilgi düzeyinin rutin baskı olmadan nasıl ölçülebileceğini anlattı: “Eğitim biliminin şuan yanlış bir rayda gittiğini, yanlış sorular sorulduğunu, sınav odaklı test becerisi üzerine yoğunlaşıldığını görüyorum. Öğrencinin seviyesini sınavsız ölçebilmek çıkmaz bir yol gibi görünüyor ama hiç öyle değil. Var olan sistemde sınavla öğretmen çocuğu test eder, sonra derki bu sınıf berbat bir sınıf. Oysa sınav öğretmenin kendini test etmesi için olmalıdır. Tıptan örnek verirsek; hasta doktora gider, doktor teşhis koyar, tedavi reçetesini yazar ve ‘şu ilaçları almalısın’ der. Oradaki iyileşmenin başarısı büyük oranda doktora aittir, hasta verileni uygular sadece. Öğretmen de belli bir tedavi programı uygular sınıfta. Bu program öğrencilerin sorularına olabildiğince cevaplar vermek, yanlış bilgilerini düzeltmek ve yeni kavramlar ve düşünme stratejileri öğretmek şeklindedir. Doktor nasıl çeşit çeşit ilaçları denerse, öğretmende bu program sırasında farklı öğretim yöntemleri ve materyallerini deneyebilir. Eğer hasta iyileşmezse, ya da öğrencide istenen hedeflere ulaşılmazsa yeni bir programa geçilir. Dolayısıyla aynı bir doktorun uyguladığı tedavi programının tutup tutmadığını hastaya uyguladığı testlerle anlaması ve bunun üzerine başka bir tedavi programına geçmesi gibi bir öğretmenin de yapmış olduğu sınavları bu çerçevede düşünmesi ve yaptığı eğitimin başarısını öğrenciler üzerinden test edip ona göre yaptığı öğretimde değişikliklere gitmesi lazım. Ama eğitimde bütün dünyada öğrencinin üzerine yıkılmış bir ölçme sistemi var. Çocuğun doğasındaki merak, sorma, konuşma davranışlarının üzerine gidip desteklemek yerine, bunları baskılayıp yanlış sorularla onun odak noktasının çok dışına çıkıyoruz.”
“ARTIK ÇOCUĞA DOĞRU SORULAR SORMALIYIZ”
“Biz okullarda sadece ‘ne’ sorusunun yanıtını verirsek başarılı olamayız. ‘Nasıl’ ve ‘neden’i aşılamadıkça iyi bir sistem kuramayız. Ne sorusunun artık bir kıymeti de kalmadı, cep telefonları var. Artık insanlar cep telefonuna girip de yanıt alacağı hiçbir bilgiyi aklında tutmuyor hatta vaktiyle aklına aldıklarını da siliyor. Halbuki; nasıl ve neden sorularıyla çocuk başka bir gelecek kurabilir. Kendi hayatında doğru kararlar alması da buna bağlıdır.”
“İnsan hayatında bilmek istediğine en kolay ne (nerede, ne zaman ve kim de buna dail) sorusu ile ulaşır. Bu soruya verilen cevap öğrenme değildir, bilmedir aslında. Zihinsel bir faaliyet harcamazsınız. Bu soruya verilen cevap zaten bitmiş bir olayı anlatır. Günlük hayatta bu soruyu sorduğunuzda baskı yok, hiyerarşi yok, bilgiyi almak isteyen merak edip soruyu soruyor. Örneğin Bursa merkezde inen ve Bursa’yı bilmeyen birinin sokaktaki herhangi birine Nilüfer ilçesi ne tarafta diye sorması gibi. Ya da haftalardır izlediğiniz bir dizide o haftaki bölümü kaçırınca ev ahalisinden birine o hafta neler oldu diye sormanız gibi. Oysa okullarda bir yandan sınıf disiplini, hiyerarşi var bir yandan da bilgiye ihtiyacı olan sormuyor ki; öğretmen soruyor soruyu. Çocuk soran ve anlattıran taraf değil, anlatılana maruz bırakılıp soru sorulan taraf. Örneğin bir savaşın sadece tarihini sormak, bitmiş bir sürecin yanıtını aramaktır.”
“Ama çocuğa ‘nasıl’ diye sorarsanız, işin rengi değişmeye başlar. Nasıl sorusu, bir işin yapılışının detaylarıdır ve daha komplekstir. Uygulamayı öğretir, aşamaları vardır. Mesela, evimde bozulan bir eşyayı tamir etmem gerektiğinde sağlam olana bakarım, incelerim, sonra orada gördüğümü uygulamak için defalarca denerim. Bu denemelerde tamir sürecinin birden fazla basamak gerektirdiğini anlarım. Bu tamiri yapmam için evde benden rica edilmiştir, bu talebin getirdiği özgüven de vardır. Denerken yaptığın hataları görürsün, başardığında doğruya ulaşan süreci aklında sıralarsın. Nasıl sorusu, teknoloji üretir. Öğrenmeye giden basamakları keşfeder çocuk. Nasıl sorusu ile elde edilen beceri robot üretmek, tamir yapmak, terzilik yapmak ya da ekmek pişirmek gibi birçok alanda para kazanmanızı sağlar. Bilgiyi hayata uygulamanızı sağlar. Günlük hayatta çocuğa nasıl sorusu konusunda egzersiz yaptırmıyoruz. Bu anlamda çocuğa söküğünü dikmeyi öğretmek bile önemli.”
“Geleceğe dönük tahmin ve icat yapmanızı ise neden sorusu sağlar. Bu soru sayesinde geleceği tahmin edersiniz. Neden sorusu bilim demektir. Bilim gerçekliklerin, doğadaki olayların, sosyal bilimlerin arkasındaki görünmeyeni nedensel olarak açıklamaktır. Bir cismi bırakırsan ne olur; düşer. Nasıl düşer; hızlı ya da yavaş düşer. Neden düşer denildiğinde işin içine fizik giriyor. Yer çekimi var, ayın çekim gücü var, tüm cisimlerin belli bir çekim gücü var, bunları hesaplarsanız ve bundan sonra atılacak bir cismin nereye düşeceğini tahmin edebilirsiniz. Kısaca bilimdeki neden-sonuç zincirlerini kurarsanız geleceği tahmin edersiniz. Nasıl sorusunda deneme yanılma yapmanız gerekir ama neden sorusu hesaplar yaparak gelecekte hata payınızı azaltır.”