Kimler geldi kimler geçti bu hayat kervanından? Bir önceki sayıda başlattığım konunun devamı niteliğinde olan bu yazımda örnek alınası insanların hayatlarına ışık tutup özellikle doğa temasını ön planda tutarak bu güzel insanların tüm insanlık için yaptıklarına yer vereceğim.
Hayatın anlamını bulmaya ve yaşamaya kafa yoran günümüz bilim insanları ve düşünürleri de dahil olmak üzere sanırım herkes yaşadığımız çağın en büyük tatlı-belasının “konforlu yaşam” olduğuna hem fikirdir. İnsan darda olmayınca, sıkıntı çekmeyince niye harekete geçsin ki? Açlık sıkıntıdır doyurmak için kendimizi harekete geçeriz; üşümek sıkıntılı bir durumdur kendimizi ısıtmak için harekete geçeriz. Cehalet kötü bir haldir, bilgi sahibi olmak için harekete geçeriz. Bu Dünya’da önemli işlere imza atanların çoğu, zorluklar içinde bir hayat sürmüşlerdir. İnsanoğlu hayatı kolaylaştırarak hem zihnini hem de bedenini ıskartaya çıkarmış vaziyettedir. Bu konfor ve haz temelli hastalıklı düşünce ile hep zarardayız, hep ziyandayız.
Bir insanın zihninden günde 60 bin ile 70 bin arası düşünce geçmektedir. Sıradan bir insanın zihninden geçen bu binlerce düşüncenin çoğu, bir önceki gün aklından geçenlerin aynısıdır. Aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri yapıyor, yemek masasından bile hep aynı yerde oturuyoruz. Beynimizi otomatiğe almış, yardımcı pilot modunda yaşıyoruz bu hayatı. Tüm bunların zihnen ve bedenen ölüm anlamına geldiğinin kaçımız ayırdındadır acaba?
Hayata bir değer katmak üzere kafa yorduğumuzda kendimizle sınırladığımız yaşam alanımızı insanlık yararına çalışmak üzere genişletebildiğimizde güzel bir edimin içinde varlığımızı taçlandırmış oluruz. İşte böyle varlıklarını yaptıkları işlerle taçlandıran insanlar arasında özellikle doğa konusunda araştırmaları bulunanlara, bu dünyaya katkı sağlayanlara telmihte bulunacağız: Alexander von Humboldt, Goethe, J. J. Rousseau, Victor Ananias, Darwin, Michael Pollan.
Harika bir kitap, harikulade bir doğa tutkunu keşfettim. Eğer benim gibi bir doğa aşığı iseniz bu kitap epey hacimli olmasına rağmen daha ilk satırından sizi tutkuyla bağlayıp bir çırpıda okumanızı, oturduğunuz yerden güzel bir doğa keşfi yapmanızı sağlayacaktır. Andrea Wulf tarafından Alexander von Humboldt hakkında biyografik derleme tarzında kaleme alınan Doğanın Keşfi harikulade bir eser. Her sayfasında, çok uzun zamanı kapsayan araştırmalara dayanarak sarf edilen emeği ve eserin büyük bir titizlikle yazıldığını hissedebiliyorsunuz.
Doğa tutkunu ünlüler sıralamasında çoğumuzun aklına gelen ilk isim Henry David Thoreau’dur ancak kanımca Humboldttaki doğa tutkusu Thoreau’dan daha fazladır. Çağdaşı Napoleon’dan sonra yaşadığı dönemin en büyük adamı olarak nitelendirilen Humboldt; Goethe, ABD başkanı Jefferson, Rene de Chateaubriand, Ralp Waldo Emerson, Henry Thoreau, devrimci Bolivar, Charles Darwin, Mary Shelley, Lord Byron gibi pek çok ünlü ismi hem düşünce bazında hem de eserlerinde ilham kaynağı olarak etkilemiş ünlü bir doğa araştırmacısıdır.
Gezegeni tek bir organizma kabul edip Doğa’nın birliği teorisini geliştiren Humboldt, James Lovelock’tan çok önce “Gaia teorisinin” temellerini atmıştır. Humboldt, medenilik/barbarlık/kölelik/sömürgecilik/kolonyalizm gibi kavramlara içinde yer aldığı toplumun dinamiklerine rağmen objektif yaklaşabilmiş müthiş bir özgürlük savaşçısıdır. İzoterm, ormansızlaşma, iklim değişikliği, manyetik ekvator gibi birtakım kavramları literatüre ilk kazandıran kişi o olmuştur. Çalışma azmi ve örnek yaşantısıyla “gerçek bir yol gösterici” olarak bence herkesin okuması ve bilmesi gereken biridir Humboldt. Bu yönüyle doğayı az çok keşfetmeye koyulmuş biri olarak benim için bu kitap doğadan çok Humboldt’u keşfetmek şeklinde tezahür etmiştir diyebilirim. Bir doğa aşığı olup Humboldt ile ilgili okuma yapmak olamaz.
Jean Jacques Rousseau ismi hemen akıllara Natüralizm akımını getirir. Natüralist anlayışta doğaya yönelmek ve her araştırma alanında doğanın yöntemleriyle uyumlu bir metot kullanmak temel noktadır. J. J. Rousseau da ahlak da dahil olmak üzere her türlü beşerî ve dünyevi olgunun kaynağı olarak doğayı görür ve bütün fikirlerini doğallıkla temellendirir. Jacques Rousseau’nun savunucusu olduğu natüralist akımın etkileri onun eğitim felsefesinde en bariz şekilde ortaya çıkmaktadır. Rousseau’nun eğitim anlayışı, doğanın en belirgin nitelikleriyle özdeş bir şekilde “doğaldır” ve “özgürlükçüdür”.
Çoğu insan Rousseau’yu eğitim alanındaki fikirleriyle, Emile adlı eseriyle tanır. Oysa Thoreau’nun Walden gölü gibi Rousseau’nun da Bienne gölü vardır. İki ay kalmasına izin verilen bu gölde Rousseau bir ömür yaşamak ister. Bienne gölü kenarında yaşarken bir küçük uğraş edinir ve küçük bir “flora petrinsularis” oluşturmak üzere doğada bitki keşif avına çıkar. Her gün saatlerce adayı dolaşır, bitkilerin muazzam yaşamlarıyla büyülenir, doğal yaşamın gerekliliğine olan inancı artar ve doğayla iç içe yaşamın savunucusu olur.
Rousseau Yalnız Gezerin Düşleri adlı eserinde içinde yaşadığı toplumun iyiliğine yönelik geliştirmiş olduğu fikirlerinin yanlış anlaşılmasının bedeli olarak hayatını toplumdan uzak, kendi beden zindanında geçirmeye mahkum edilmiştir. Büyük düşünmenin azabından kendini küçük fikirlerle avutmaya çalışır ve buna bir çare bulamaz. Mecbur bırakıldığı yalnızlıkta Rousseau, doğayla birlikte kendi keşfini gerçekleştirir. Rousseau, içinde yaşadığı toplum tarafından itildiği yalnızlığın, maruz kaldığı yanlış anlaşılmanın acısını doğa ile dindirmiştir.
Maruz kaldığı yalnızlık neticesinde Rousseau, kendini biteviye doğa yürüyüşlerinde bulur. Bahçe meşguliyeti ve ot koleksiyonuna ilave olarak tüm bitki adlarını öğrenmek üzere botaniğin temeli sayılan kitapları ezberlemeye çalışır. Kendisini hoşlandığı işlerle oyalamanın büyük bir akıllılık hatta bir erdem olduğunu böylelikle doğa ile uğraşın onda herhangi bir kin ve intikam tohumunun yeşermesini önlediğini iddia eder. Doğayla şifa bulur çünkü ona göre doğa hayat verdiği her türlü harikulade canlısıyla, taşıyla, toprağıyla insana gözlerin ve gönüllerin hiç bıkmayacağı bir esenlik yurdu olmaktadır. Doğayı seyre dalan kişi eğer Rousseau gibi toplumsal yüklerinden azade hassas ruhlu bir kişiyse bu ahengin büyüsüne kapılmaması elde değildir. Doğayla sarhoşluk derecesinde mest olan Rousseau tüm dert ve sıkıntılarından, onu kemirip bitiren tüm nahoş durumlardan doğayla kurtulur.
Rousseau doğayı gerçek zevk ve zenginliklerin yeri olarak görür. Ondan uzaklaşan artık gün ışığında yaşamayı hak etmez ve diri diri toprağa gömülmüştür. Kırsalda neşeyle çalışmanın o tatlı görüntülerinin yerini artık taş ve demir ocakları, kuyular, fırınlar, örs ve çekiç takımları, duman ve ateş almıştır. Maden ocaklarının zehir solunan dehlizlerinde, isle kaplı yüzleri ve çürümüş bedenleriyle bu gudubet canavarlar toprağın derinliklerinin sunduğu görüntülerdir ve yeşillikler, çiçekler, masmavi gökyüzü, aşık çobanlar ve gürbüz çiftçilerle dolu yeryüzü görüntülerinin yerini almıştır. Rousseau’nun bu sözlerine katılmamak mümkün müdür? Modern yaşamın girdabında kısa ya da uzun süreli kim kaçıp soluğu kırsalda almak istemiyor ki?
Rousseau doğayla hemhalken asla kendini eğitmeye çalışmadığını onca bilimin insanı hayatta mutlu etmeye yaradığını hiç görmediğini iddia ederek doğal haliyle severek yapılan bir işin ne kadar önemli olduğuna işaret etmektedir. Etrafını sadece dikkatle gözlemleyerek, zevkle seyrederek her gün doğayı daha da çok sevdiğini, bir bitki bilimci gibi davrandığını bunun da dünyanın en zahmetsiz ve en masrafsız mutluluğu olduğunu söylüyor. Biz insanlara kurumsal eğitim adı altında ya da yaşam biçimi olarak sosyal anlamda dayatılan yol ile yaratılışımız gereği yürümemiz gereken yol tamamen ters yollardır. Rousseau’ya göre insanlar yaratılışa uyumlu yoldan alıkonulup ters yola itilmektedirler. İtildikleri bu yolda ise insanların asla mutluluğu bulamayacaklarına inanan Rousseau’ya göre mutluluğun sırrı doğada, doğal yaşamdadır.
Rousseau’nun daha çok eğitim ve edebiyat alanındaki fikirleriyle öne çıkmasının onun bir doğa araştırmacısı olduğunu gölgede bırakması gibi Goethe’nin de bilim, felsefe ve edebiyat alanında yaptıkları onun “doğacı” yönünü karanlıkta bırakmıştır. Oysa Goethe de müthiş bir doğa sever, harikulade bir doğa araştırmacısıdır.
Andrea Wulf’un yukarıda bahsettiğim eserinde Humboldt ile Goethe’nin doğa aşkları ve sohbetlerine hayran kalmıştım. Bu kitaptan hareketle öğrenmiş olduğum Goethe’nin doğa aşkını çeşitli eserlerde devşirmeye çalıştım. Nikolay Holodkovski’nin Goethe Hayatı ve Edebi Çalışmaları’nı, Goethe ve Schiller’den Aforizmalar’ı, Dinçer Yıldız’ın Goethe’nin Doğa Felsefesi’ni okudum. Genç Werther’in Acıları’nda Goethe’nin doğa tutkusunu bulabilir miyim diye tekrar elime aldım ancak hiç bir eserde Wulf’un kitabında hissettiğim kadar Goethe’nin o güçlü doğa tutkusunu hissedemedim.
Dinçer Yıldız Goethe’yi anlattığı mezkur kitabında Goethe’nin yaratıcı kişiliğinde bilim, sanat ve felsefenin organik bir birlik oluşturduğunu dile getirir. Goethe’nin edebiyat ve doğabilim alanlarında ortaya koyduğu tüm eserlerinin temelinde yatan doğa felsefesi, bilginleri ve filozofları içine düştükleri çıkmazdan kurtaracak, onların doğaya ve yaşama yabancı, soyut ve tek boyutlu düşüncelerini sağaltacak ve onlara organik dünyanın nasıl araştırılması gerektiğini öğretecek niteliktedir. Goethe’nin düşünce biçiminde tek bir bilgi kaynağı vardır, o da doğadır. Doğa eşsiz bir yaratıcı ve eşsiz bir sanatçıdır.
Goethe toprak anaya dokundukça güç aldığını söylediği doğada uçsuz bucaksız araştırmalarına taşlar, bitkiler ve hayvanlar dünyasını araştırarak başlamıştır. Botaniğin kurucusu sayılan Linne’nin Systema Naturae adlı eserini incelemiş ve Linne’nin mekanik ilkeler üzerine inşa ettiği eserinin yerine Goethe, organik doğa görüşünün hakim olduğu yeni bir kitap ortaya koymaya kendini adamıştır.
Goethe’ye göre insan doğayı tanıdığı takdirde kendini de tanıyacak; onu kendi içinde, kendini de doğanın içinde algılayacaktır. Goethe en derin, en akıcı düşüncelerini doğayla kaynaşarak gün ışığına çıkarmıştır. “Şaşmak için varım ben bu dünyada” dediği bir şiirinde Goethe, doğanın hayret uyandıran ihtişamıyla onu araştırmaya ve öğrenmeye nasıl büyük bir iştiyakla yönlendirdiğini anlatır. Goethe, niteliksel ve organik bir doğa tasavvuru aracılığıyla insanın doğayla yeniden bütünleşmesi gereğini ortaya koyar.
Charles Darwin akıllarda evrim teorisyeni olarak yer edinmiştir. Ancak Darwin’in bitkilerle olan çalışmaları, bitki incelemeye olan tutkusu evrim teorisi kadar bilinmez, ön plana çıkmaz. Ken Thompson’ın Darwin’in En Güzel Bitkileri adlı eserinde Darwin’in bu bitki tutkusuna şahit oluyoruz. Ben de Darwin ve Darwinizm dilemması arasına sıkışıp kalmış biri olarak Darwin’in bu bitki tutkusuna hayran kaldığımı söyleyebilirim.
Darwin’in bitkilere olan merakı gerçekten hayranlık uyandırıcı niteliktedir. Bu ne büyük bir tutku, ne büyük bir doyurulamaz meraktır ki tüm vaktini bu güzel alemin sırlarını keşif için harcayabiliyor. Sekiz sene boyunca kim bir kum istiridyesinin peşine düşer? Kim yıllarca orkidelerin tozlaşmasını, tırmanıcı ve sarılıcı bitkilerin hareketlerini inceler? Hangimizin aklına bitki sağlaklığı ya da solaklığı gelir? Kim durmaksızın 54 saat boyunca bir çarkıfeleği izler ve kıvrılma hareketini anlamaya çalışır? Kim 7 yıl arıları inceler, 35 yıl tozlaşmaya kafa yorar? Bu ne güzel bir tutkudur ki merakını celbeden bu uğraş içinde bitki zekasına ilişkin yepyeni keşiflerle beşeri bilimi, birikimi ve kültürü ileri noktalara taşımaktadır.
Daniel Chamovitz’in Bitkilerin Bildikleri adlı eserde Darwin’e epey bir bölüm ayrıldığını görmek sanırım Darwin’in bitki bilim alemi için ne kadar önemli olduğunun diğer bir göstergesidir. Darwin etçil bitkilerle ilgili makale yazan ilk biliminsanlarından biridir. Dünya’nın en muhteşem bitkilerinden biri dediği Venüs sinekkapanına ve etçil bitkilere olan ilgisi onun ufuk açıcı keşifler yapmasını sağlamıştır. Darwin’in sınırsız sayıda gözlem ve araştırmaları neticesinde anlaşıldı ki; bu bitki, üzerinde dolaşan cismin ne olduğunu, avı olmaya değecek kapasiteye sahip olup olmadığını biliyor, yağmur mu sinek mi olduğunu ayırt edebiliyordu. Yine bitki incelemeleri neticesinde fototropizm üzerine yaptığı araştırmada Darwin bir filizin ucunun ışığı gördüğünü ve bu bilgiyi sapın orta kısmına iletip sapın ışığa doğru eğilmesini sağladığını keşfetmiştir. Oğlu ile yaptığı bu deneylerle Darwin kök bitkinin yer çekimini algılayan mekanizmasının kök uçlarında olduğunu kanıtlamıştır. Bitkilerle incelemelerinde Darwin bütün bitkilerin mükerrer bir salınım içinde hareket ettiğini keşfetmiştir. Bitkilere meraklı olanlar Darwin okumaları ile harikulade bir bilgi birikimine sahip olacak, tüm canlılarıyla birlikte doğaya yeniden hayran kalacaklardır.
Bitkilere Aşık Adamlar adlı eserinde Stefano Mancuso’nun derleyip okuyucularla buluşturduğu doğa dostlarının her biri ibretlik hayat hikayeleriyle, yaşam tutkularıyla okunmayı ve örnek alınmayı son derece hak eden insanlardır. Mancuso’ya göre bu eserin kahramanları içinde yaşadıkları çevreye saygılı, sevgiyle gözlem yapan, araştıran ve çevreyi anlayan insanlardır. Ona göre tüm doğa bilimcilerin de aynı iştiyakla doğayı ve doğal işleyişi keşif için mücadele etmeleri gerekmektedir.
Stefano Mancuso bitkilere aşık adamları derlerken sanırım tevazu gereği kendisini es geçmiş olmalı çünkü onun yarım asrı azıcık aşmış yaşıyla ortaya koyduğu eserleri, yol gösterici konuşmaları (özellikle bitki zekasına ilişkin Ted konuşmaları), son derece ilginç ve faydalı projeleri (Jellyfish Barge gibi güneş enerjisini kullanarak deniz suyunu tuzdan arındıran yüzen sera projesi mesela) ile günümüzün sayılı doğa bilimcisi arasında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim La Republica gazetesinin onu hayatlarımızı değiştirecek ilk yirmi kişi arasında göstermesi de onun değerinin bir göstegesidir.
Mancuso’nun eserinin başında yer verdiği ilk kişi George Washington Carver adında köle ebeveynden doğduğu için kaydı bile tutulmamış efendisinin malı olduğu için efendisinin adıyla anılan köle bir siyahidir. Kölelikten azat edildikten sonra çiftlik yaşamının beceriyle donanmış halde bitkilere merak duymaya başlayan Carver’ın bu merakı ölene dek sürmüştür.
Ailesinden 15 km uzakta bir okula hiçbir maddi yardım almadan cebinde kuruşu dahi yokken gidip eğitim hayatını başlatan Carver ahırda yaşayarak, ne bulursa o işi yaparak yaşamını ve eğitim hayatını idame ettirmeyi başarmıştır. Sıra üniversiteye geldiğinde köleliğin ve ırkçılığın devam ettiği o yıllarda Carver üniversiteye kabul edilmemiştir. Ama o yılmamış mücadele etmiş ve sonunda kendisini kabul edecek bir ünitersite bularak ABD’de ziraat alanında lisans ve lisans üstü derece alan ilk siyahi olarak kayıtlara geçmiştir
Eğitim hayatının ardından kendini fakir çiftçilerin eğitimine adayan Carver at arabasıyla gezerek fakir köylülere bedava eğitim vermiştir. Bitki ekiminde rotasyon sistemini çiftçilere tanıtmış, üretim fazlası yer fıstığına alternatif kullanım alanları geliştirmiştir. Carver son derece yaratıcı bir kişiliğe sahiptir. Yapıştırıcılar, yağlar, ağartıcılar, biber sosu, biyo-yakıt üretimi için yer fıstığı türevlerinin kullanılması, mürekkep, hazır kahve, kozmetik yüz kremi, şampuan, sabun, muşamba, mayonez, metal temizleyici gibi pek çok ürünü üretime ve kullanıma Carver sokmuştur. Amerikan beslenme sistemini değiştiren fıstık ezmesi, süt, peynir ve yerfıstığı yağı gibi ürünleri de pazarlayan odur. Tüm bunların yanında onu daha da büyük ve önemli kılan özelliği kanaatkar olmasıydı. Ülkesi için servet değerinde atılımlar içinde bulunan Carver patentini alabileceği 500’den fazla buluşun sahibiyken sadece üç tanesinin patentini almıştır. Bu husus hatırlatılıp ün ve para kazanabileceği bir imkan varken bunu neden değerlendirmediği sorulduğunda ise şöyle yanıt vermiştir: “Tanrı yer fıstıklarını yarattığında bize fatura göndermedi. Ben niye yer fıstığından ürettiklerim için para kazanayım?”
Carver için “servet değerinde bir adam” diyen Thomas Edison, Carver’ı hizmetine alabilmek için denemediği yol kalmamış ama Carver tüm tekliflerini geri çevirmiştir. Hakkında yasa çıkartılarak doğduğu yer ulusal anıt ilan edilen Carver ‘ın anısına her yıl 5 Ocak’ta “George Washington Carver Farkındalık Günü” kutlanmaktadır.
Mancuso’nun kitabında yer verdiği bir başka doğa aşığı ise Nikolai Ivanovich Vavilov’dur. Zengin bir tüccarın oğlu olan Vavilov kendini insanlık yararına işler yapmaya adamıştır. Olağanüstü özellikleri olan bitkilerden süper bitki türleri üretmek ve böylelikle açlığı ve kıtlığı önlemeye çalışmakla ömrü vefa etmiştir. Bitki türlerini araştırmak üzere 64 ülkede gerçekleştirdiği 115 keşif gezisiyle binlerce bitki örneğini devasa büyüklükte bir depoda 50 bin türden fazla yabani bitki ve 31 bin tohumdan oluşan muazzam bir koleksiyonda bir araya getirmiştir. Onun bu husustaki çabaları tohum bankacılığı fikrinin gelişmesine sebep olmuştur. Vavilov Kültür Bitkilerinin Kökeni, Çeşitliliği, Bağışıklılığı ve Yetiştiriciliği adlı eserinde deneyimlerini kalıcı hale dönüştürmüş, bitki genetiğinin kurucularından biri olarak kayıtlara geçmiştir.
Vavilov ile ilgili en çarpıcı bilgilerden biri de onun oluşturduğu tohum bankasıyla ilgilidir. 900 gün süren Leningrad kuşatması sırasında enstitüde çalışan bilim insanlarının kahramanlığı sayesinde düşman Vavilov’un ana koleksiyonuna hiç ulaşamamıştır. O tarihte bu enstitüde 200 bin farklı çeşitlilikte tohum saklanıyordu, çoğu yenilebilir tohumlardı ama hiç kimse açlıktan kırılmalarına rağmen bu tohumlardan bir tanesine bile dokunmamıştır. Bu kahramanlar kendilerine emanet edilen tohumları yiyerek hayatta kalmaya çalışmak yerine ölümü tercih etmişlerdir.
Vavilov’un tohumları kurtarılmış ama kendisi kurtarılamamıştır. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına rağmen tüm hayatını insanları açlıktan kurtarma yoluna adayan Rus botanikçi Vavilov maalesef Stalinist Saratov hapishanesinde açlık ve sefaletten ölmüştür.
Gelmiş geçmişlerden günümüze uzanacak olursak doğal yaşam ve doğa ile ilgilenen pek çok isme rastlamak mümkündür. Elbette ben kendi tanıdığım, hakkında bilgi sahibi olduğum kişileri yazıma misafir etmekteyim. Öncelikle yurdumuzda bu alanda çığır açmış, kurduğu Buğday Derneği ile adını, hayır halkasını halka halka büyütmüş bir isimden Victor Ananias’tan bahsetmek istiyorum. Ömer Madra’nın deyimiyle o bir hüda-i nabit; Yıldıray Oğur’un tabiriyle “tek arzusu Allah rızası olan bir derviş” idi. Maalesef Victor’ı çok genç yaşta kaybettik. Geride bıraktıkları ile hala aramızda yaşıyor olsa da aramızdan erken ayrılışı bu topraklar için büyük bir kayıp olmuştur. Doğaya adanmış bir yürek silinmez izler bırakarak geldi, geçti, gitti aramızdan.
Peki neydi Victor’ı bu kadar sevgili yapan şey? Elbette ki yaptıklarıydı: O insanlara kaybettikleri tatları yeniden tattırıp hayatlarına gerçek tatları sokmaya çalışan bir toprak adamıydı. O, ağır tonajlı tarım araçlarıyla toprağı öldürmeden daha basit yöntemlerle ziraat yapmayı, kimyasal (zehir) kullanmadan tarım yapmayı, mevsim gıdalarıyla beslenmeyi, beton yerine kerpiçi tercih eden; parayla ilişkisini asgari düzeyde tutan, oğluna sadece “temiz hava, temiz toprak, temiz su” bırakmak isteyen Anadolu bilgeliğini yaşatan gerçek bir doğa dostu, örnek bir şahsiyetti.
Victor’a göre bu sürekli büyüyen ekonomi Dünya’yı yok ediyorsa çok gelişmiş teknolojiden mesela arabadan vazgeçilebilirdi. Hem gerçek yaşamın peşinde koşmak, yaşamın özüne hizmet etmek, arabayla bir yere çabucak varmaktan daha mı az değerliydi? Doğadan uzaklaştıkça doğanın o cömert elinden, bereketin de uzaklaşıyoruz. Hep almaya endeksli bencil insanların yaşadığı günümüz “tüketen” insan anlayışı kadim bilgeliğin, o eski Anadolu marifetinin “üretken” insanlarının hatıralarına gölge düşürüyor. Victorun hayatına düstur ettiği kurda kuşa aşa Anadolu bilgeliğinin acaba hangimiz ne kadar ayırdında ve bu bilgeliği yaşatmaya hazır?
Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Buğday Derneği ve bu dernek bünyesindeki oluşumlarla temiz gıdaya ulaşım imkânları oluşturmakta, var olan imkânları desteklemekte; ekolojik pazarlarla ekolojik ürünlerin duyarlı insanlara ulaşımını sağlayacak ağlar kurulmasını sağlamakta; kültürel ve eğitsel deneyimleri teşvik ederek hayatı sürdürülebilir kılma çabalarını desteklemektedir. Bu Dünyadaki tahribatı durduracak ekolojik bakış açısıyla iş yapmaya gönüllü insanların ortak nabzıdır Buğday Derneği. Bu derneği kuran, bu hayrı başlatan Victor Ananias’ın kısa ama bereketli hayat hikayesinde onun en çok şu Anadolu deyişini düstur edindiğini ve gür bir sesle seslendirdiğini gördük. “Kurda, kuşa, aşa!” Mekanik gümbürtülerin gasbından kulaklarımızı kurtarıp doğaya çevirebilirsek belki de hala Victor’un sesinden yankılanan bu sözü duyar, başlattığı iyilik halkalarına dahil olur, ektiği hayır tohumlarını biz yeşertmeye devam ederiz; ellerimizle devşireceğimiz bereketi, bolluğu tüm Dünya’nın yararına sunarız.
Herkes Adem ve Havva’nın hikayesini bilir. Ama hiç kimse Tanrı’nın cennette Adem ile Havva’dan sakladığı bilgi neydi bunu bilmez. Adem ile Havva’nın meyveyi tadarak elde edecekleri bilgi içeriğinin biçimi kadar önemli olmadığını, önemli olanın herhangi bir bilgiye bir ağaçtan yani doğadan ulaşılabileceği gerçeğiydi. Günümüz dünyasının gazeteci-yazarlarından, yiyeceklerin sosyo-kültürel etkilerini araştıran ve yazan Michael Pollan Arzunun Botaniği adlı eserinde hikayelerin ardında yatan doğa gerçeğine işaret ederek dört gıdanın sosyolojik, ekolojik, ekonomik ve estetik açılardan öykülerini resmetmiştir. Bilim ve çevre yazılarıyla bilinen gazeteci-yazar Pollan Arzunun Botaniği’nde; elma, lale, kenevir/marihuana ve patatesin tarihini kendi perspektifinden epey eğlenceli bir şekilde okuyucularına yansıtmıştır.
Kendi bahçesinde tohum ekerken, zihnindeki tohumun filizlenişinden yola çıkan Pollan, insanı ve insanın konumunu sorgulamakta, insanın doğada özne mi nesne mi olduğunu değerlendirmektedir. Bunu yaparken de bir insanla bir yaban arısı arasında fark olmayabileceği sanrısından hareketle “elimdeki patatesleri ekmeyi ben mi tercih ettim yoksa tüm bunları bana patates mi yaptırdı” diye düşünmekte; insanın bitkiler tarafından kullanılan bir nesne olabileceği gerçeğini ortaya atmaktadır. Pollan, doğanın öznesi ya da nesnesi olmaktan ziyade doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlatmakta, diğer canlıların var oluşlarını göz ardı etmeden hareket etmemiz gereğini vurgulamaktadır. Bugün dünyaya hâkim olan dil bize dünyayı etkin özneler ile edilgen nesneler olarak bölmeyi öğretmektedir ancak birlikte evrimsel bir ilişkide her özne aynı zamanda bir nesne ve her nesne de aynı zamanda bir özne olabilmektedir.
Pollan elma-tatlılık, lale-güzellik, kenevir-sarhoşluk, patates-kontrol olmak üzere dört arzuya mukabil dört yiyeceği seçmiştir. Bitki bakış açısından bakılabildiği takdirde bitkilerin bizi nasıl kendi nesillerinin devamı için kullandıklarını belki daha iyi anlayabileceğimizi iddia etmektedir.
Arzunun Botaniği’nde Johnny Appleseed (elma tohumu Johnny) lakaplı John Chapman’ın hikayesini, Amerika’da elmanın serüvenini büyük bir hazla öğrenebilirsiniz. Küçük yaştan itibaren toprakla bağı olan Pollan kendi çocukluk döneminde edindiği “çiçek=müstakbel meyve” düşüncesini, bereketin sembolü olarak eş tuttuğu çiçek aşkını, daha antik çağlarda kurulan ve günümüze kadar hiç bozulmadan ulaşan çiçek ve güzellik denklemiyle birleştirmiştir. Genel anlamda tüm çiçekler olsa da özel ve ayrıcalıklı konumuyla lalenin hikayesini zaman mekan boyutlarına titizlik göstererek anlatmaktadır. Hayat bahçesinde gıda ve zehir dikotomisi dışında şifa verme, sakinleştirme, acı dindirme ve gerçeklik deneyimini değiştirme gücüne sahip tuhaf özellikli bitkiler bulunduğunu da kenevirin hikayesiyle anlatan Pollan; açlık dürtüsünün bitkilerle nasıl bastırıldığını ve biyoçeşitliliğin yok edilmesiyle insanlığın nasıl bir belayla baş başa geleceğini/geldiğini patatesin hikayesiyle çok yönlü ve farklı bakış açılarıyla anlatmaktadır.
Hem doğayla yakından ilgilenen, toprakla uğraşan bir uygulamacı olması hem de müthiş araştırmacı kişiliğiyle gerçekleştirdiği zengin literatür taramasıyla bu eser içerik ve üslup bakımından son derece ilgi çekicidir ve insanların olduğu kadar yiyeceklerin de biyografisini(!) okuma bakımından da oldukça anlamlıdır.