Yaşanılanların kişide bıraktığı duygu ve düşüncelerinden yola çıkarak insanlarla bir arada olabilmenin; kişinin kendisinin ve karşısındaki kişilerin dinlenilme ihtiyacının giderilerek başladığını söyleyebilirim. Bu ihtiyacın giderilmesiyle beraber yalnız olmadığını hisseden, düşüncesinin değer gördüğünü fark eden insanın paylaşmaya, üretmeye açık olabileceğini söyleyebilirim.
Dinlenilmeye olan ihtiyacı iletişimin çokça olduğu okul ortamlarında bir düşünelim. Öğretmenler, öğrenciler, veliler, okul idarecileri ve okulun diğer çalışanlarının gün boyunca neler konuştuklarını ve dinlediklerini gözümüzün önüne getirelim.
Okulda öğretmenlerin deneyimlerini paylaşmalarını yoğurdun mayalanma yolculuğuna benzetirim. Her sınıfta farklı lezzetlerdeki yoğurtlar, okulda bir araya gelerek değerli bir hal alır. Onun için de okulun en değerli yoğurdu, tüm sınıflardan alınan mayalarla hazırlanan yoğurttur. Çünkü her sınıfın bir mayası vardır. Düşünceleriyle, paylaşımlarıyla, yaşantılarıyla kendilerini ifade ettiği ve kendi olarak var oldukları sınıf ortamında oluşur bu maya. Okulların da mayaları vardır. Bir araya gelebilirse bir ilçenin, bir ilin en değerli yoğurdu olur. Eğitim sistemimizin de bir yoğurdu vardır. Tüm illerimizin mayalarıyla oluşur bu yoğurt. Çocuklarımız için, geleceğimiz için, birbirinden farklı şartlarda, bölgelerde öğrenme yolculuğuna çıkan okullarımızda var olan öğretmenlerin ülkemizin yarınları adına ellerindeki mayayı tanımaları, paylaşmaları ve sürdürülebilirliği için bir araya gelme ihtiyacını fark etmeleri gerektiğine inanıyorum. Deneyimin gücü ile sağlanabilecek bir aradalık okul içinde problem çözmeye, fikir çemberi oluşturarak deneyim paylaşımı yapmaya kapı aralayabilir. Bu eldeki deneyimin, belki de doğru birkaç soru ile şekil alıp daha işlevsel bir hal almasını sağlayabiliriz.
Sınıfımda kimler var?
Yaşantılar arasında nasıl bir bağ kurabilirim?
Ne yapabilirim?
Bu üç soruyu yaşadığım zorluklarda, sorunlarda kullanırım. Her defasına çözüm sunamasa da yaşadığımı anlamada, tanımlamada ve olayın içindeki kişilerin haklılık paylarını görmemde bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Bu düşünceyi okul dışında uyguladığım gibi okul içinde de uyguluyorum. Uyguladıkça da görüyorum ki sorunlu kişi yoktur, sorunlu davranış vardır. Çünkü yaşadığınıza karşı gösterdiğiniz yaklaşım şekli olayın içerisindeki odağınızı da değiştirebiliyor. Sınıf içerisinde öğretmeni güçlü kılan duygunun da bu farkındalıkla başlayabileceği inancındayım.
Bu yoğurt tutmaz diyenlere de diyorum ki, birey akademik yeterliği ile başarabilir ve gelişebilir. Bu yeterliğinin yanına sosyal-duygusal öğrenmeyi de eklediğinde bireyleri bir bütün olarak anlayabilir, empati yapabilir, kendi içindekileri tüm ayrıntılarıyla beraber karşısındakine aktarabilir diye düşünüyorum. Kendini bu şekilde tanıyıp tanımlayan öğretmen, bu düşünce ile etrafındaki kişileri hatta var olduğu evreni de tanıma, anlama, yorumlama çabası içine girebileceğini düşünüyorum.
Öğretmenin kazandığı deneyimi zaman olarak bir hesaplayalım bakalım. İlkokulda görev yapan bir sınıf öğretmeninin göreve başladığı ilk yılını bir düşünelim. Öğretmen bir yıl içerisinde, aynı sınıfta aynı öğrencileriyle; günde ortalama beş saat, haftada yirmi beş saat, ayda yüz saat, eğitim öğretim yılı boyunca ise dokuz ay hesaplarsak yaklaşık dokuz yüz saat birlikte zaman geçiriyor. Aynı durum farklı öğrencilerle ortaokul ve lise öğretmenleri için de geçerli. Bir yılın, öğretmenin meslekteki kariyerinde çok da değer görmediğini düşünmenin yerine dokuz yüz saatlik bir etkileşimin öğretmene nasıl bir deneyim kazandırdığını düşünelim derim… Öğretmen beslenen, besleyen kişidir. Sınıftaki tecrübesi, mutlaka sınıfla sınırlı kalmayıp okula, çevresine, yaşantısına sinebilmelidir diye düşünüyorum.
Sınıfta yükselen bir sesin eğitim sistemimizin en değerli taşı olduğunu düşünüyorum. Bu sese kulak vererek sınıflardan dışarı taşmasına imkan verelim.